Mehmet GÖKTAŞ
Neye oynuyoruz, nereye koşuyoruz?
Biliyorum, bu konuyu hem yazılarımda, hem sohbetlerimde çok dile getirdim, fakat son gelişmeleri göz önünde bulundurarak tekrarında fayda görüyorum.
İslâmî bir çalışmanın içerisinde yer alan Müslüman bir fert olarak kendi kendimize çok samimi birşekilde soralım: Nereye koşuyoruz, bir fert olarak neyi elde etmek için çırpınıyoruz, nereye varmak istiyoruz, hedef olarak neye kilitlendik?
Böyle sorular karşısında dilimizden düşürmediğimiz cevabımız: “Allah rızası için”
Belki de hayatımızda en çok kullandığımız ve başkalarından duyduğumuz söz “Allah rızası için” sözü olsa gerek. Bütün koşuşturmalarımız sadece Allah için, Allah'ı razı etmek içindir...”
Acaba gerçekten öyle midir? Kendi kendimizi bu konuda sağlam bir testten geçirdiğimiz oldu mu?
Allah için şöyle tenha bir yere çekilelim ve sakin bir kafayla kendi kendimize bir daha soralım bu soruları. Bu arada şunu unutmayalım ki, insan kendisini herkesten çok iyi bilir, başkalarını kandırabilir ama kendisini biraz zor kandırır. Allah Teâla'yı ise asla kandıramaz.
Kendi kendimize “İslam için, Allah için” diye kabullendirdiğimiz faaliyetlerimizin arka planında gerçekte neler var? Veyahut da ne kadarı Allah rızası için, ne kadarı dünyamız için? Bunları samimi olarak tespit etmeye, bulup orta yere çıkarmaya çalışalım.
Aslında bunu tespit edebilmek öyle zor bir şey değildir. Yanımızda taşıdığımız küçücük bir aletle şekerimizi ölçebiliyoruz, tansiyonumuzu, kolesterolümüzü hemen öğrenebiliyoruz, uzun uzun tahlillere ve beklemelere gerek duymuyoruz.
İyice düşündüğümüzde koşuşturmalarımızın Allah için olup olmadığını, ihlas ve samimiyetimizi, daha da önemlisi, mümin olup olmadığımızı veya imanımızın derecesini kendi kendimize bir takım uygulamalarla kesin olarak öğrenebileceğimize inanıyorum.
Şu iki Muhammedî ölçüyle imanımızı net ve berrak bir şekilde kendi kendimize, hiçbir yere müracaat etmeden ölçebileceğimize inanıyorum:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yerine getirdiğiniz takdirde birbirinizi sevdirecek bir şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!" (Müslim, Kitabu'l-İman)
"Kendi nefsiniz için sevdiğinizi kardeşiniz için de sevmedikçe iman etmiş olamazsınız!" (Buhari, Kitabu'l-İman)
Geliniz şimdi kendimizi bu Muhammedî ölçülere vuralım, kendimiz için sevdiğimiz bir şeyi kardeşimiz için de sevip sevmediğimizin bir testini yapalım:
Hemen yakın çevremizden başlayalım. Bir Müslüman kardeşimizin iyilik ve güzellik olarak bildiğimiz bir takım nimetlere kavuştuğuna şahit olduğumuzda, iyi bir fakülteyi kazandığına, iyi bir kişiyle nişanlandığına, ticaretten iyi bir kazanç elde ettiğine şahit olduğumuzda… Elbette dilimizle onları tebrik ederiz, sevindiğimizi belirtiriz.
Fakat şöyle bir köşeye çekilelim ve samimi olarak kalbimizi yoklayalım; Gerçekten içimizde bir sevinç var mı? Eğer öyleyse, yani gerçekten içimizde bir sevinç varsa, kalbimizde bir rahatlama ve genişleme ve bir huzur varsa, hiç korkmayalım ki biz Müslümanız, biz müminiz, hem de ihlaslı bir müminiz.
Yok, eğer içimizde bir sıkıntı, bir daralma, kalbimizde bir kararma varsa, bizim durumumuz kötü demektir, imanımızda, ihlasımızda bir bit yeniği, bir çürüklük söz konusu demektir.
Geliniz bu konuyu bir de cemaatler bazında düşünelim. Bizim meşrebimizden, bizim cemaatimizden olmayan diğer Müslümanların İslam adına bir takım güzel çalışmalarına şahid olduğumuzda, onların başarıları ve güzel haberleri bize ulaştığında içimizde ne tür duygular belirmekte? Veya bunun zıddı, gurubumuzun dışındaki Müslümanların kötü haberleri ulaştığında içimizi yoklayalım. Nereye koştuğumuzu, neye oynadığımızı çok iyi öğreniriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.