Neye ve Kime İman?
“İman sorgu basamağının ilkidir.” Bir şeyin varlığını kabul etmeden o şey üzerinde siz hiçbir şey söyleyemezsiniz.
“İman sorgu basamağının ilkidir.” Bir şeyin varlığını kabul etmeden o şey üzerinde siz hiçbir şey söyleyemezsiniz. Şöyle sorabilirsiniz: “ne yani putlara iman edip daha sonra mı put inanışını sorgulayacağız?” Bu sözde kast edilen olayın varlığını kabuldür yoksa olayın doğruluğunu kabul değildir. “İnanan insan hiçbir zaman sorgulamaz hep basmakalıptır” gibi sözlerin gerçekle alakası yoktur. Biz Müslümanlar; en doğru yol olan imandan sonra inandığımız şeyleri akıl mantık ve akıl süzgeçlerinden geçiririz. İman etmeyen kişi ise baştan red etmiştir. Dolayısıyla Allah inkâr edildikten sonra yapılan her türlü sorgulama hatalıdır. Çünkü peşin fikirlidir, zaten inkâr etmiştir. Biz yalancı putların varlığını değil ama olayın kendisini kabul eder sonra sorgularız.
Kişi neye iman etmişse odur. İman ettikleriniz ne kadar doğru ve değerliyse siz de o kadar değerli ve doğrusunuz. Sizin inandığınızın düşüklüğü ve alçaklığı sizin de düşüklüğünüz ve alçaklığınız anlamındadır. Tabiata tapan biri alçaklıkta aynen tabiat gibidir. Yani o da tabiat gibi kör, sağır, dilsiz, akılsız ve mantıksızdır.
Kime ve neye inanacağız, onu tasdik edip onu kendimize yegâne gaye ve yegâne amaç bileceğiz?
Güce iman mı yoksa gücü elinde bulundurana mı?
Kadına ve şehvete mi gönül bağlayıp ona tapacağız yoksa güzelleri yaratana mı?
Akılsız, gözsüz ve kulaksız tabiata mı?
Kendi darphanelerimizde bastığımız para yâda altına mı inanacağız yoksa bizi de darphanelerimizi de yaratana mı?
Korku filmlerinde ya da posterlerde pazulu şeytan resimlerine tapan satanistler gibi mi?
Irkçı Nihal Atsız gibi; “Türkçü Türk soyunun üstünlüğüne inanandır.” Yâ da; “Türk’ten ve Arap’tan peygamber çıksa kabul etmem.” “Bir Arap dünyaya bedeldir” şeklindeki bir yaklaşımla ırkımıza mı iman edeceğiz?
Şu biçare ve çelimsiz bedenimize ya da nefsimize mi?
Her ne ki tapmaya değerdir, her ne ki her şeyin yaratıcısı ve her şeyi elinde bulunduranıdır, her ne ki rahman ve rahimdir, her ne ki bitmez tükenmez hazineler sahibidir, her ne ki şekilden ve zaaftan beridir, her ne ki uçsuz ve bucaksızdır, biz ancak ona iman edebiliriz. İşte biz ancak ona gönül verebiliriz, ona inanırız.
Allah mefhumunu aşan, ondan yüce bir varlık ve tasavvur var mıdır? Elbet yoktur. Kim bize Allah haricinde: “suphanehu” diyebileceğimiz noksansız, üstün bir varlık gösterebilir?
Kim bize: “Hüvel Ekber” diyebileceğimiz en üstün varlığı gösterebilir?
Kim bize gerçek manada sevilmeye ve övmeye layık, bizi terk etmeyecek vefalı vedud (sevgili) varlık gösterebilir?
Kim rahmeti gazabını geçen bir ilah gösterebilir?
Kim gözlerin görmekten, tahayyüllerin (vehimler) vasfetmekten aciz olduğu bir yüce yaratan gösterebilir?
Evet, kim bize en ulu, hiçbir eksiği olmayan bir varlık gösterebilir? Oysa ne tabiat ne de başka şeyler zaaf ve noksandan pak değildirler.
“Allah bize; kime ve niçin iman ettiğimizin basiretini ve ihlâsını bağışlasın” (âmin)
İman Nasıl Başlar? Kalpten Akla mı Yoksa Akıldan Kalbe mi?
“Şeytan aklına güvendi sonsuzluk denizine gemisiz kulaç atmaya başladı. Yüzdü yüzdü ama en sonunda boğuldu. Zaten bu denizde kurtulanlar nadirdir. Öyleyse ey insan! Sen “iman-İslam gemisine” bin, yoksa Nuh’un oğlu gibi boğulursun. Keşke “Kenan yüzmeyi bilmeseydi de babasının gemisine binseydi.” (Mevlana)
İmanın gerçek manada evi elbet gönül ya da kalp denen organımızdır. Eskilerin tabiriyle “imanın mahalli kalptir” Kalbin tasdik etmediği bilgi, kalbin onaylamadığı obje, iman olmamıştır.
Kalbin kabulü için iki yol vardır. Bazen akıl onaylamasa da duygularımız kalbimizi inanmak yolunda onu harekete geçirir. Yani (esas olan) kalp kalbi etkiler, diğer organlar buna katılır ve iman meydana gelir.
Ama ikinci bir yol daha vardır. Bu ikinci yol biraz daha uzundur. Göz, kulak ve diğer organlar bir bilgi ya da obje hakkında aklı yâda beyni uyarırlar. Beyin ise bu uyarıyı akl eder. Düşünür ve olumlu bir yanıt verir. Ve insanın içinde bulunan komşu duygular merkezi olan kalbe konu hakkında olumlu düşüncelerini bildirir. Kalp eğer kendi duygu ve dürtülerine uygun bulursa onu kabul ve tasdik eder. Bazen de etmez ve akla: “sen inansan da ben inanmıyorum, kabul etmiyorum, bu iş ve kişi benim hoşuma gitmedi” der. Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi birçok kişi aklen inanmışlar ve peygamberi kabul etmişlerdir. Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in aklı “Muhammed doğrudur” derken kalpleri ise kimi ırkçılığından kimi de mevki ve statü istediğinden kalpleri yani duyguları kabul etmemiştir ve bu yüzden de iman etmiş sayılmamışlardır. Kur’andaki: “akl etmez misiniz? Düşünmez misiniz? Bilmez misiniz? vb. hitaplar aklın iman etmesine ve kalbi de bu konuda imana yöneltmeye dönüktür. “Şükretmez misiniz? Sezmez misiniz? Gibi hitaplar da duygulara yani kalbe dönüktür ve kalbin iman etmesine yöneliktir. Esasen bir davetçi de hem kalbe hem de akla, etkili ve hikmetli sözlerle yaklaşmalıdır. Kişinin aklı; iknada veya imanda diretiyorsa bu defa da kalbe karşı konuşulmalıdır. Ama şu da bir gerçektir ki, aklın ve kalbin (özellikle kalbin) en fazla etkilendiği sözler değil, hareketlerdir, yani ahlaktır. Mesela kulağın, akıl ve kalp üzerindeki etkisi göz kadar değildir. Kişi gördüğünden etkilenmektedir. Bu sebepten “Ahlak en büyük tebliğdir”
İman etmiş olmak için kalbin kesin tasdiki ve teslimiyeti lazımdır. Akıl ret ederse iman etmiş olunmaz elbette. Ama şu farkla: Eğer akıl kabul eder ama konuyu tam kavrayamadığını, tam anlayamadığını ikrar ederse bu şekilde de iman hâsıl olur. Burada söz konusu olan aklın ret etmesi değil aklın kapasitesinin eksik olmasıdır. Mü’minlerin imanı bu çeşittir. Akıl ve kalp tam tasdik ve teslim olmuşlardır. Ama işi tam ihata edememişlerdir. Örnek şudur ki, biz Müslümanlar Allah’ı aklen ve kalben tasdik ederiz. Ama onu ne aklen ne de kalben tam içimize sıkıştıramamışızdır. Buna imkân da yoktur çünkü Allah sonsuzdur ve sonsuzluk sonlu olana hapis olmamaktadır.(1) Meleklere inanırız ama onların keyfiyetini/nasıllığını bilmeyiz. Kısaca eksik bilgi ile de iman olabilir. İmanda tam bilme zorunluluğu yoktur. Bu durum esas itibariyle kullar için büyük bir rahmettir.
“Şeytan çok zekiydi. Aklına güvendi sonsuzluk denizine gemisiz kulaç atmaya başladı. Yüzdü yüzdü ama en sonunda boğuldu. Zaten bu denizde kurtulanlar nadirdir. Öyleyse ey insan! Sen “iman-İslam gemisine” bin, yoksa Nuh’un oğlu gibi boğulursun. Keşke Kenan yüzmeyi bilmeseydi de babasının gemisine binseydi.” (2)
“İlim, tabiatı değiştirerek ona egemen olur. İman ise insanı değiştirerek ona egemen olur.”(3) İlim, imanın yerine bazı çevrelerce konulmakta “dogmalardan kurtulun” denmektedir. Oysa ilim asla inancın yerini doldurmaz, dolduramaz. İlim bilgidir. Bilgi ise bir şeyi kabul etmek, içselleştirmek, teslim olmak onaylamak demek değildir. Bu çaba ancak ilme tapma ve insanları yaldızlı sözlerle kandırma çabasıdır. “Dogmalardan kurtulun” diyen kişi, ilimden ziyade bir tavır, inanç içindedir. İnancı; “dogmalardan kurtulun” inancıdır.
“İlim kişiye yüce duygular, aşk, ruh, heyecan ve duygu getiremez. İman da ilmin yerini tutmaz; çünkü tabiatı ilim tanıtır. İlim olmadan Mü’min cahil ve münafığın oyuncağı olur. İmandan yoksun ilim, sarhoşun elindeki atom gibidir.” (4)
“Bilgili ve düşünen insanların iman etmek için mucizelere ihtiyacı yoktur.”(5) Eğer akla değer vermek ve ilmi büyük görmek, gerektiği savunuluyorsa bu yaklaşım akla ve bilgiye değer verme yaklaşımıdır. Mucizeler insanı inanmaya zorlar. Düşünen insan ise zor olmadan da imanı elde edebilir.
“Eğer bir insanın kesin ve sarsılmaz bir imanı vardır ama bu iman, dinin aslına ve realitesine uymuyorsa bu kişi cehl-i mürekkeptir.”(6) Katmerli cahildir. Bu zihniyet yobaz Harici zihniyetidir.
“Allah kalbimizi de aklımızı da Mümin kılsın” ÂMİN
Hadis-i kudside; “Ben hiçbir yere sığmam; ancak mümin kulumun kalbine sığarım” diye buyuruluyor.
İnancın Gücü
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından (basıncından-zorluklarından) kurtulabilir.” (7) İşte imanın hakiki bir kuvvet olduğunu kısa paragraflar ile ispatlamaya çalışacağız. İnançlar beynin komutanları gibidir. İnançlar sinir sistemine doğrudan gönderilen emirlerdir. İnanç komutlarının şiddeti ve gücü ile eylemler doğru orantılıdır. Sinir sistemi güçlü ve etkili komutlara karşı daha itaatkârdır. Mesela ÖSS Sınavı yaklaşan bir gencin çalışma hızı ve isteği daha fazladır. Çünkü inancı: “Sınav yaklaştı, sen geçemezsin” gibi sert bir uyarı göndermiştir. Sınav yaklaşmadan önceki uyarılar ise “vakit var ama çalışsan iyi olur” türünden yumuşak ve etkisi az uyarılardı. Biz beyne güçlü komutlar verdikçe beyin iyi bir çalışma hızına yaklaşacaktır.
İnançlar güçlendirici olduğu gibi zayıflatıcı da olabilir. Şöyle ki; siz Almancı denen bir aile iseniz beyninize şöyle bir komut göndermeniz güçlüdür: “ÖSS Sınavına çalışmana gerek yok. Senin zaten maddi durumun iyi, üstelik ağabeylerin seni Almanya’ya götürürler.” Bu inanç çalışmayı zayıflatan bir inanç türüdür. Sizin çalışma şevkinizi hayli hayli kırar.
“İnsan görmek istediğini görür.” Sözü de inançların etkisi üzerine söylenmiş çok yerinde bir halk deyişidir. Siz bir insanın bir cemaatin hakkında peşin fikirlere sahipseniz onları ya iyi yâ da kötü bir tonda görürsünüz. Siz hata görmeye kendinizi ayarlamışsanız hep hataları görürsünüz, yâ da tersi. İnsan, baktıklarını değil görmek istediklerini çoğu zaman görmektedir.
Yol gösterici güçlü inanca sahip olmak beraberinde eylemi getirir. İnancınız kuru ve basit bir inanç olmamalıdır. Size bir aşama kat ettirecek bir inanç olmalıdır. Yobazca inançlar size yol kat ettiremezler.
İnsanlık tarihini değiştirenler inançlı insanlardır. İlgili ve meyyal insanlar değildir. Büyük çığırlar açanlar büyük inançlara ve imanlara sahip kişilerdir.
Modellemek iptidai adıyla taklit, inancı oluşturabilecek geçici bir çözümdür. Çünkü bir süre sonra siz yaşadığınız gibi yani taklit ettiğiniz gibi yaşamaya başlarsınız. Mükemmel olmak için mükemmel insanları modellemek lazımdır. “Bu sünnettir, şu sünnettir” gibi ifadelerden bizim anladığımız şudur: peygamberi taklitle yani onun yaptıklarını taklitle sen de onun gibi kıymetlen ve sonra orijinal bir kıvama ulaş.
İnancın Tesirini Gösteren Somut Bazı Vakalar:
Şeker düzeyi normal bir aile vardı. Kendini şeker hastası olarak gördüklerinde kan şekerleri hemen yükselmişti. Hâlbuki şeker hastalıkları yoktu. Ama vücuda “ben şeker hastasıyım” komutu vermişler ve sanki vücutta; “beynim öyle demişse demek ki ben hastayım demektir. Ben de şeker üreteyim” demiştir.
Hipnotik trans halindeki kişilere kızgın demir parçasına dokunduğunu söylemişler ama onun yerine buza dokundurtmuşlar ama bu kişilerin elleri su tutmuştur(yanmış gibi). Demek ki inanç sinir sistemine gitmiş ve beyin de ne söylenirse ona uymuştur.
İlaç olmayan ama hastaya ilaç olarak inandırılan boş haplar, kişiyi bir ilaçmış gibi etkilemiştir. Çünkü kişi bu boş hapların ilaç olduğuna kendini inandırmış. Vücut da beyinin bu inancına olumlu yanıt vermiştir.
Hastalar iki ayrı guruba bölünmüş, birinci guruba hastaları kesin iyileştireceğine inandırılan bir ilaç verilir, ikinci guruba ise deney mahiyetinde bir ilacın kendilerine verildiği söylenir. Birinci gurupta iyileşme oranı %70, ikinci gurupta ise iyileşme oranı %25 olmuştur. Hâlbuki iki guruba da verilen ilaçlar iyileştirici bir özelliği olmayan boş ilaçlardı.
Hastaya zararlı bir ilaç verilmiş kendisine bu ilacın yararlı olacağı zannı aşılanmıştır. Böylece hasta zararlı ilaçtan zarar değil tersi yarar görmüştür.
Mutfağa tuzu bulmamak için girmişseniz çoğu zaman göz önündeki tuzu bulmazsınız. Ama iki dakika sonra tekrar bulmak için girerseniz bulursunuz. Çünkü bu ikinci gidişiniz bulma inancıyla yoğrulmuştur.
Başarıya inanırsanız başarırsınız başarıya inanmazsanız başarmanız çok güç olur.
Selam ve dua ile.
DİPNOTLAR
(1)Hüseyin Mazaheri, Dürtülerin Kontrolü, “Molla Sadra iki şekilde de olabileceğini bildirir” S.64
(2)Mevlana
(3) Mutahhari, Kuranda İnsan, İman ve Ahiret, Kitabından
(4)Mutahhari
(5)Ali Şeriati, Aydınlara Umut Çağrısı adlı kitabından
(6)Mehdi Sadr, Ehli Beyt Ahlakı, 161
(7)Üstad Bediüzzaman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.