Nur'un Gölgesinde-1

Nur'un Gölgesinde-1

Her mücadelenin kendisine göre binek ve araçları vardır. Bu mücadele ve cihadın da en önemli bineği gönülden gelen istek ve şevktir.

Allah-u Teala’ya hamd, Resulü Muhammed (sav)’e, âline, ashabına ve onlara tabi olanlara salât ve selam olsun.

Müslümanları şu anki feci duruma ve benzeri görülmemiş mağlubiyete ve atalete sevk eden nedir ve bu haletten nasıl kurtulurlar?

Bu hususta birçok İslam âlimi gibi asrımızın müceddidi Üstad Bediüzzaman’ın da birçok teşhis, tespit ve reçeteleri vardır. Hatta Risale-i Nur’un hepsi bu konuda bir deva hükmündedir. Bu soruya tam ve teferruatlı cevap bulmak için külliyatı okumak lazım.

Bu soruyu Risale-i Nur’un bir reçetesini şerh ederek cevaplamaya çalışacağım. Çünkü kanaatimce nurdan daha güzel rehber yoktur. Bu reçete, Üstad’ın Münazarat adlı eserinin ahirinde mevcuttur

Soru: Zindan-ı atalete (tembellik ve bir şey yapamama durumuna) düştüğümüzün sebebi nedir? (Ki bunun neticesinde ölüler mesabesinde veya esirler durumundayız)

Elcevap: Hayat cidaldir (mücadele ve cihaddır). Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz (azim ve gayretiniz) şevke binip mübareze-i hayat (hayatın çarpışması) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini (manevi kuvvetini) kırar.

Dünyadaki hayat mücadele ve cihaddan ibarettir. İmtihan gereği olarak tarih boyunca hak ve batıl güçlerin birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde oldukları malumdur. Tabii olarak bu mücadele insanın dış dünyasında olduğu gibi -ki bu cihad-ı asğar sayılmıştır- insanın iç dünyasında da mevcuttur (buna da cihad-ı ekber denmiştir). Yani İslam’a engel olmaya çalışan kâfirler var olduğu müddetçe Müslümanların onlarla sürekli mücadele halinde olması gerektiği gibi, kendi nefislerinin kötülüğe eğilimleriyle de mücadele etmeleri gerekir.

“Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.”[1] ayeti ile geçmiş tarih ve bu günkü Müslümanların feci durumu açık bir delildir ki cihadı ve mücadeleyi terk eden ya zillet içinde öldürülerek hayattan saf dışı edilmiş veya esir düşüp ölülere bin gıpta edecek duruma düşmüş.

Bir de büyük cihad ve mücadelede mağlup olmayan, küçük cihatta, İslam düşmanlarının mücadelesinde mağlup olmayacağı için Üstad buna dikkat çekip bu hususa yoğunluk vermiştir. Ve bu mücadele tam anlaşılıp akıllarda şekillensin diye Üstad bir muharebe portresini çizip izah etmiştir.

Her mücadelenin kendisine göre binek ve araçları vardır. Bu mücadele ve cihadın da en önemli bineği gönülden gelen istek ve şevktir. O olmadan mücadele olmaz. Malumdur ki isteksiz ve şevksiz yapılan işlerden genel olarak netice alınmıyor.

İşte himmetiniz, gayretiniz ve mücadele azminiz gönüldeki şevke ve isteğe binip hayatın çarpışma meydanına çıktığı vakit en evvel şiddetli düşman olan yeis ve ümitsizliğe rastgelir.

Unutulmamalıdır ki maddi savaşın sahnesi meydanlar olduğu gibi, manevi savaşın en büyük çarpışma sahnesi de kalp ve gönüllerdir. Hatta en büyük mücadele bu meydanda veriliyor. Savaşlarda en büyük güç azim, gayret ve kararlılık olduğu gibi, en amansız düşman da yeis ve umutsuzluktur. Bu düşman, davetçinin manevi kuvvetini kırıp azim ve kararlılığından onu vazgeçirmeye çalışır.

… siz o düşmana karşı لأَ تَقْنَطُوا (umudunuzu kesmeyin) kılıcını istimal ediniz (kullanınız).

De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir”[2] ayetini kılıç gibi yeis düşmanına karşı kullanınız. Malumdur; şeytanın telkinatı ancak Allah-u Teala’nın emirleriyle bertaraf edilebilir. İnsan şeytani telkinata karşı İlahi emirleri hatırlamazsa onlara mağlup olur ve hüsrana düşer. Çünkü şeytan, insanın düşmanı olduğu için daima kalbinin kulağına kötülüğü fısıldar ki nefsi kötülüğe meyletsin.

… sonra müzahemetsiz (birbirine zahmet vermeksizin) olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylü’t-tefevvuk (başkasına üstün gelme meylinin) istibdadı (tahakkümü) hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür…

Yeis ve umutsuzluk düşmanını yendikten sonra müzahemetsiz yani birbirinden önce kapmak için koşup birbirine eziyet vermeye, sıkıştırmaya ve izdihama sebebiyet vermeye gerek olmayan ve herkese yeten hakkın hizmetinin yerini tutan meylü’t-tefevvuk istibdadı, yani birbirine üstün gelme tahakkümü, hizmetin ürününü ve semeresini daha fazla kapmak amacıyla, görünen veya beklenen başarının hepsini kendine mal etmek için istişare yapmayıp tahakküm olan diktatörlüğe meyletme ahlakı hücuma başlar. Himmetin başına vurur ve davetçinin azmini ve kararlılığını kırmaya çalışıp onu atından düşürttürür. Gönülde oluşan istek ve arzudan vazgeçirip isteksizliğe düşürmeye çalışır.

… “Siz  كُونُوالِلَّهِ (Allah için olun) hakikatini o düşmana gönderiniz.”

Siz o düşmana كُونُوالِلَّهِ hakikatini gönderiniz. Çünkü davetçiler ancak ihlâsla, yani her şeyi Allah Teala için yapmakla kendini başkasından üstün görme tahakkümünden kurtulabilir. Yoksa ihlâsı muhafaza etmeyenler hiçbir şekilde istibdattan, dolayısıyla ihtilaftan Allah Teala’nın yardımını kaybetmekten, mağlup olup mücadele sahnesinden çekilmek zorunda kalmaktan ve dünya ile ahiret şerefini kaybetmekten kurtulamazlar.

Şu bir hakikattir ki Allah için mücadele verenler hiçbir zaman birbiriyle rekabete girip ihtilafa düşmezler. Çünkü Allah-u Teala’nın yanında herkesi memnun edecek kadar sevap vardır. Cennet herkese kâfidir. Dünyanın menfaat ve makamları amacıyla mücadele verenler için ise rekabet ve ihtilaf kaçınılmazdır. Çünkü dünyaya ait şeyler herkese yetmiyor. İhtilaf ve rekabet mücadele azmini kırıyor. Kalpten gelen istek ve şevki söndürüyor ve mücadele sahnesinden çekilmeye mecbur ediyor.

… Sonra da ilel−i müteselsiledeki (birbirini takip eden sebeplerdeki) terettübü (tertibi, sıralamayı) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır.

İhlâssızlık engelini de aştıktan sonra zincirleme illetindeki tertibi atlamakla şaşırtan acelecilik çıkar ve davetçiyi azminden caydırmaya çalışır. Malumdur, Allah Teala esbaptan sonra mahsulü yaratmayı fıtri bir sünnet ve âdet kılmıştır. Mucize ve kerametle isimlendirilen olağanüstü durumlar hariç, Allah-u Teala âdetini bozmamaktadır. Yani esbaba başvurmayan müsbet neticeyi alamaz. Neticeyi daha çabuk almak için esbapla kaybedilecek zamanı fazla görüp direkt neticeyi elde etmeye aculiyet yani acelecilik denir. Acelecilik nefsi bir hastalıktır. İnsana bunu şeytan telkin eder. Sünnetullah’a muhalif hareket etmenin dünyadaki en evvel karşılığı o işte başarısız olmaktır. Başarısızlık ise genelde insanı azimsizliğe ve atalete götürür. Neticede insan mücadelenin dışında kalır. Demek ki her işin ve uğraşın kendisine göre esbabı ve esbap arasında da fıtri bir tertip mevcuttur. Hem esbabı atlamamak hem de tertibi bozmamak lazımdır.

“… Siz وَاصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا’ yu siper ediniz.”

“Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın.” Emrinin içine giriniz. Yani esbaba başvurmakta, esbap arasındaki sıralamayı bozmamakta ve fıtri olarak olgunlaşmaları için gereken zamanı beklemekte sabredin, sabırda maddi ve manevi düşmanlarla yarışın, onları azim ve gayrette geride bırakmakla sabretmeniz sürekli ve kesintisiz olsun.

Bütün hayırlı işlerden ancak sabır ve devamlılıkla ürün alınır. Sabrın önemi ve faydalarıyla ilgili çok ayet−i celile ve hadis−i şerife vardır. Konunun uzatılmasından korkarak zikretmiyoruz.

“Sonra da medenî−i bi’t−tab’ olduğundan (yaratılışça medeni olduğundan), ebna−yı cinsinin (diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini) dağıtan fıkr−i infiradi (ferdiyetçi düşünce) ve tasavvur−i şahsi (şahsi hesap yapma) çıkar.

Fıtri olarak medeni bir varlık olduğundan diğer insanların hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya sorumlu olan insanın emellerini dağıtan sadece kendini düşünme fikri ve şahsi hesap peşinde olma düşüncesi karşısına çıkar.

Medeniyetin esas prensiplerinden biri başkalarının haklarını çiğnemeyip, haklarını muhafaza ederek kendi hakkını aramaktır. Medeni bir insan ne başkalarının hakkını çiğner, ne de kendi hakkını çiğnetir. Başka bir tabirle; ne zulmeder ne de zulme uğramayı kabul eder.

Kısacası başkalarıyla hayatı paylaşmayan bencil ve hodgam insan, münferid ve yalnız yaşamak mecburiyetinde kalır. Dolayısıyla başkalarının yardımından mahrum kalır. Bütün ihtiyaçlarını sadece kendi imkânlarıyla da temin etmesi mümkün değildir. Böylece hayatın dışına atılır.

“Siz de خَيْرُالنَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ olan mücahid−i âlî−himmeti mübarezesine çıkarınız.”

“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır” şeklindeki yüksek himmetli mücahid hükmünde olan prensib-i nebeviyi, düşman karşısına çıkarınız ki bir düşmandan daha tehlikeli olan nefsinizdeki ferdiyetçilik ve bencillik hastalığını öldürsün.

Yani insanlara faydalı olmayı hedef edininiz ki hem Allah-u Teala hem de insanlar sizleri sevsin. Allah-u Teala ve insanlar sizleri sevince size yardım ederler, yardım ettikleri zaman hayat mücadelesinde galip gelmeniz yüzde yüz kesinleşir.

Yazımızın ikinci kısmını inşallah gelecek sayıda vereceğiz. Allah’a emanet olun.

İnzar Dergisi

-------------------------------------------

[1] Bakara: 195

[2] Zumer: 53

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.