O (sav) Doğunca
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse topuklarınızın üstünde (geri) mi döneceksiniz? ...” (Al-i İmran: 144)
Bugün, dünyanın dört bir yanında Müslümanlar, efendimiz (a)’in bu fani aleme teşrif edişinin yıldönümünü kutlamakta, bu büyük nimetten dolayı birbirini tebrik etmekte, Allah (cc)’a hamd ve şükretmektedirler. Bu vesile ile biz de ümmetin kahraman evlatlarına tebriklerimizi sunuyor, Rabbimizden onun getirdiği ile amel etmede bize yardımcı olmasını, kutlu davasını omuzlamada işlerimizi kolaylaştırmasını diliyor ve dua ediyoruz.
Biliyorsunuz, Rebiülevvel ayı, Araplarda baharın başlangıç ayıdır. Bahar ise her toplum için kıştan sonraki aydır. Kış’ın zorluğu, donukluğu, soğukluğu, ihtiva ettiği muhtemel hastalıklar ve rahatsızlıklar düşünüldüğünde hemen ardından gelen bahar mevsiminin ne büyük bir nimet olduğu daha iyi anlaşılır. Bahar mevsimi aynı zamanda yeniden dirilişin, canlanışın, silkelenişin ve kendine gelmenin de adıdır. Biliyoruz ki bu mevsim, zorlu ve helak edici pek çok afeti, bela ve musibeti kucağında taşıyor. Kışın soğukluğu ve dikte ettiği zorlu kanunu nedeniyle olacak ki canlı varlıklardan nicesinin bu mevsimde ölüp gittiğini biliyoruz. Bu cihetle kışın burudiyeti ile küfrün, zulmün burudiyeti arasında dikkate değer bir benzerlik bulunmaktadır. O’nun için bu zor ve çetin mevsimin hemen ardından gelen bahar mevsimi bütün canlılar için büyük bir rahatlama, nefes alma, yeniden kendine gelme ve hatta yeniden dirilme gibi bir zemini hazırlamakta, güzel ve canlı bir hayatın varlığına dair müjdeler ihtiva etmektedir... Ne latif, ne güzel ve hikmeti derin bir tevafuk ki efendimiz (a) beşeriyetin yaşamakta olduğu zorlu kış mevsiminde risaletin, vahyin baharına müjdeci, bununla beraber önlerinde bulunan çok daha zorlu kışlardan kendilerini sakındırmaları için de uyarıcı olarak gönderiliyordu. Uzun süren zorlu bir kıştan sonra insanlık alemi olarak böyle bir bahara ne kadar da muhtaç ve fakir bir vaziyette idik. “Doğrusu, Ğafur, Rahim ancak O (Allah)’dur.” (Zümer: 53)
Efendimiz (a) bu fani aleme teşrif etmeden önce, hakikaten beşeriyet ciddi anlamda maddi ve manevi bir bunalım halini yaşıyordu. Bu bunalım, insanlığın çöküşü, insanlığın koması ve sekeratı gibi bir şeydi. Acilen bir hekime, bir rehbere ve nuru ile selamete çıkaracak bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Ki insanlık kendisi için takdir edilen mühletini tamamlayabilsin. İşte, Ğafur ve Rahim olan Rabbimiz onca isyanımızdan sonra yeniden, ama son kez biz insanlara bir fırsat ve imkan tanıyordu. Çünkü Efendimiz, kıyametten önce insanlığa gönderilecek son Nebi, son Resul olacaktı... “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab: 40)
O Fahr-i Kainat, içinden seçilerek bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği Arap kavmi, esas itibarı ile risalete yabancı bir kavim değildi. Ancak vahyin sıcaklığı ile aralarına uzunca bir zaman girmişti. Haliyle bu, onları, ataları İbrahim (a)’in Hanif Tevhid Dini’ne iyice yabancılaştırmıştı. Onların tevhid dininden sapmaları ve putperestliğe yönelmeleri ilk olarak Huzaa kabilesinin reisi Amr b. Luhay zamanında ve bizzat onun eli ile olmuştur. Sonra Amr ölüp gitti. Ardından onu kendileri için Rabb kabul edenler, icadlarına uyanlar ve ihdas ettiği kanunlara riayet edenler de onun peşi sıra bir bir ölüp gittiler. Fakat Amr’ın ölmesi ile onun Araplar içine yerleştirdiği putperestlik inancı ölmedi. Atadan ‘baba dini’ olarak devralınagelen bu inanç, efendimiz (a) geldiği zaman, Araplar arasında artık vazgeçilmesi zor bir din halini almıştı. Allah’a ortak koşmak, O’na oğul ve kız isnad etmek, hırsızlık yapmak, haksızca mal gasbetmek, fuhuş işlemek, kız çocuklarını diri olarak toprağa gömmek, sürekli bir düşmanlık içinde olmak ve birbirlerini öldürmek gibi adetler onların vazgeçilmezleri arasında sadece birkaç tanesidir.
Efendimiz (a) bu aleme teşrif ettiği zaman Arapların dışındaki millet ve kavimlerin hali de hiç şüphesiz onların halinden daha iyi değildi. Çünkü onlar da Allah’tan, O’nun dininden uzak ve gafil bir yaşantı içinde idiler. Her açıdan, siyasi, sosyal, iktisadi, askeri, dini, ahlaki... olarak tam bir sapıklık, zulüm ve anarşi halini yaşıyorlardı. Cehalet başını alıp gitmişti. Emniyet, selamet, adalet kavramları mefhumlarıyla beraber rafa kaldırılmış; bunların yerine zulüm, talan, işgal, katliam gibi anlayışlar hakim olmuştu.
İşte böyle kapkaranlık bir devri yaşayan insanlık alemi bir yandan da kendilerini bu çetin kış mevsiminin en koyu karanlığından kurtaracak bir Emin’i, bir Mü’mini, bir kurtarıcıyı beklemekte, onun intizarı ile yatıp kalkmakta idi. Onların içinde bulundukları bu hal, gecenin en zifiri halini çağrıştırıyordu. Hani, gecenin en zifiri anı fecr-i sadık’ın doğuşuna en yakın olan andır ya! Ama ne uzun sürmüştü bu gece! Ne acılar çekmişti mazlumlar! Ve ne çok kalpleri katı babalar, küçücük yavrularını kendi elleri ile toprağın soğuk kucağına, yılanlara, çıyanlara bırakmıştı! “Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman!” (Tekvir: 8,9)
Böyle olsa da bu zorlu gecenin en karanlık anında doğmak üzere olan kutlu güneşin ısısı, şavkı ve nuru nerede ise hissedilecek, nerede ise görünüverecek bir yakınlığı işmam etmekte sarraf olan kalplere...
Derken işte o gece! O mübarek gece gelip çatıveriyordu. Bu gece ne mübarek bir gece! Nasıl olmasın ki! Asırlardır kapanmış olan göklerin kapısı yeniden aralanıyordu. Kurbanı olduğumuz İbrahim (a)’in kokusu, Musa (a)’nın selamı, İsa (a)’nın müjdesini alacaktık. Bütün peygamberlerin kokusu, çoğunun da isimleri ve mücadelelerini telafuz edecektik. Ve hak ile batıl arasındaki savaşı yeniden bütün ihtişamı ile önümüze koyacaktık. Biliyorum, bu geceye en çok toprağa diri diri gömülen yavrucaklar sevinecekti. Bu geceye en çok mazlumlar, en çok mahrumlar, köle ve zayıflar ve adalet aşıkları sevinecekti. Bu geceye bütün bir alem, büyük bir alem sevinecekti. Onun geldiği bu gece ne mübarek bir gece ve şimdi biz bu geceye ne kadar da muhtaç, ne kadar da fakiriz...!
İşte o gece! Öyle yüce, öyle bereketli bir doğuma ev sahipliği yapıyor ki daha önce hiçbir ev benzeri doğuma ev sahipliği yapmamıştı. Çünkü bu gece Risalet zincirinin bağlandığı, Resuller halkasının hatim olduğu, İslam binasının tamamlandığı ve artık insanın yaratıcısına hiç bir suretle mazeret beyan etmeyeceği bir gecedir. Bu gecenin mübarekliğine tanıklık eden nice harikulade olaylar, hadiseler yaşanmış, meydana gelmişti. Siyer kitapları bu olaylar zincirini en ayrıntısı ile vermekte, bizi bu gecenin yüceliği ile ihya etmektedir. Doğrusu Müslümanlar olarak siyeri okumak için okumaya değil, yaşamak için okumaya muhtacız. Ve sıkıntımızın önemli bir bölümü budur...
Efendimiz (a), Araplar içinde en soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. “Onun doğduğu yer, yeryüzünün en hayırlısıdır, onun soyu en hayırlı soydur. Onun aile ocağı, evlerimizin en şereflisidir. Onun kabilesi, kabilelerimizin en hayırlısıdır. Onun kendisi de bizim en hayırlımızdır.” (Resulullah’ın Hayatı ve Metodu-M.Gadban). O, henüz anne karnında iken babası Abdullah b.Abdulmuttalib, 6 yaşına bastığında ise annesi Amine binti Vehb b.Abd-i Menaf vefat etti. Bakımı ve gözetimini üzerine alan dedesi Abdulmuttalib ise o, 8 yaşına vardığında vefat etti. Böylece o hem yetim, hem de öksüz kaldı. Bundan sonraki yıllarını annemiz Hatice binti Huveylid ile evleninceye kadar amcası ve büyük destekçisi Ebu Talib’in evinde geçirdi. İlahi iradenin şu takdirine bakın ki bütün bir alemi sevindirecek, zulmü, fesadı, fitneyi kaldırıp yerine adaleti hakim kılacak şu ruhumuz ona kurban Muhammed (a) yetim ve öksüz olarak büyümüştür. Rabbimin iradesi böyle tecelli etmiştir. Şüphesiz bu, üzerinde düşünülmesi gereken büyük olaylardan biridir...
Onun çocukluğu ve gençliği pek yüce bir ahlak, pak ve kamil vasıflara sahip bir şahsiyet olarak temeyyüz etmiştir. Her ne kadar ana-babadan yetim kalmışsa da Rabbi onu bizzat barındırmış, sahiplenmesine yakınlarını vesile kılmış ve peygamberliğe giden yolun üzerindeki zararlı unsurları belki de o farkında olmadan kaldırmıştı.
İşin manevi yönünü ilgilendiren nefsi, ahlaki ve fikri terbiyesi ise, ilahi ahdin dergâhında Risalet makamının zor ve zahmetli mesuliyeti için özenle hazırlanmıştır. “Hem (sen henüz peygamberlik ve şer’i hükümlerden) habersiz iken seni bulup, yol göstermedi mi?” (Duha: 7)
Çocukluk döneminden ilahi vahye mazhar olduğu zamana kadar, kavmi içinde onu, parmakla gösterilen örnek bir şahsiyet olarak görüyoruz. Ondaki bu farklılık doğumu ile başlamıştır. Ben-i Sa’d yurdunda vesile olduğu bereket, göğsünün yarılması, amcasının evinde iken kimseye yük olmadan çalışması; çobanlık, ticaret gibi işlerle uğraşması; Bahira’nın ona ilgisi ve ‘geleceğin Peygamberi bu çocuktur’ demesi... Mekke’nin kurak yıllarına yağmurun yağmasına vesile olması; oyun, eğlence gibi cahiliye adetlerinden beri kalması; zulme karşı olan fazilet sahibi insanlarla biraraya gelmesi ve zulmün karşısında durması; Ka’benin yapımına katılması, Hacer-ül Esved ile ilgili Kureyş’in ciddi ihtilafına çözüm olması ve El Emin denilerek herkesin bu çözüme razı olması; Hz.Hatice ile evlenmesi; akrabaya, yetime, fakire yardımcı olması onun bu dönemine ait öne çıkan hususiyetleri olmuştur.
Efendimiz (a), bu putperest kavim içinde tamı tamına kırk yıl yaşamıştı. Masum ve yüce ahlak sahibi bir şahsiyetin böyle bir toplum içinde yaşaması kadar zor bir şey olmasa gerektir. Rahib Bahira ile diyalogundan bunu anlıyoruz. Hani Bahira ona: “Ey genç! Sana Lat ve Uzza hakkı için soruyorum...” diye sormuş, efendimiz de “...Vallahi ben onlara kızdığım kadar hiç bir şeye kızmam...” diye düşünce ve tepkisini göstermişti. İşte bu şekilde kırk yıl! 35 yaşından sonra kendisine ayrı kalış, ıssız yerleri seçme ve yalnızlık sevdirilmişti. Hira Mağarası’na kapanır, günlerce ibadet ve tefekkürle meşgul olurdu. Belliydi ki bu, büyük bir olayın ön hazırlıkları idi.
Günler böyle geçip giderken nihayet bir gün geldi, beklenen gerçekleşti. Yerin, göğün ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi olan Allah (cc) sonsuz rahmeti ile biz aciz kullarına yeniden bir nur indirmişti. Hiç de yabancı değildik biz bu nura; ama onu unutmuş, ondan gafil yaşamıştık. Melek ona: “Oku! Yaradan Rabbinin ismi ile oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyi O öğretti.” (Alak: 1-5) dediği zaman o Mekke yolunu tutmuştu... Artık bundan sonra o durmadı. Önce ailesini, sonra yakın akrabalarını, sonra aşiretini, derken tüm Mekke’yi ve ardından bütün insanları ilahi kelamın vazettiği programa uymaya, bir tek olan Allah’ı mabud kabul etmeye, ölüme, ondan sonra yeniden dirilişe, ahirete, hesab gününe inanmaya davet etti. Üç yıl boyunca böyle, insanları gizli davet etti. Kısa zamanda etrafında hatırı sayılır bir cemaat oluştu. Sayıları altmışa varan bu aziz nesil yüce İslam davasının ilk tohumları idi. Haliyle insan kazanma kolay değildir. Bu davet sair çağrılara da benzemiyor. Hidayet ise ancak Allah’ın kudret elindedir. Fakat onun Rabbi bu işin mutlaka olacağını takdir etmişti. Bu durumda ona düşen, vazifesini yapmaktı. Allah: “Allah dilerse (dilediği gibi) hakkıyla yapandır.” (Buruc: 16)
Bu üç yıldan sonra, önce: “En yakın hısımlarını inzar et” (fiuara: 214), ardından ise “Öyle ise emrolunduğun şeyi, çatlatırcasına (açıkça) söyle ve müşriklerden yüz çevir” (Hicr: 94) ayetleri nazil olunca gizli davetten açık davete geçildi. İşte Mekke’de asıl işkence baskı dönemi de bu merhale ile başlamış oldu. Bu işkence ve baskıya, yalnızca zayıf Müslümanlar değil, efendimiz (a) başta olmak üzere kadın, çocuk, genç, yaşlı bütün Müslümanlar maruz kaldılar. Onların maruz kaldığı bu baskı ve işkenceleri sayfalar dolusu yazabilir, üzerinde müzakereler yapabiliriz. Ama açıkçası o dönemi anlayıp idrak edebilmemiz için onların yaşadıkları gibi bilfiil yaşamamız ile ancak mümkün olabilir.
Mesela Abdullah b. Mesud gibi sırf Kur’an okuduğumuz veya dersini verdiğimiz için dayak yemek; Ebu Zerr gibi ‘Allah’dan başka ilah yoktur’ dediğimiz için kandan bir heykele dönüşmek; Bilal gibi, Ammar gibi, Habbab gibi kızgın kumlarda, kızgın şişler ile dağlanmak; Yasir-Sümeyye gibi öldürülmek, hapsolunmak ve daha nice baskılara maruz kalmak...
İslam davası bütün haşmet ve görkemi ile tedrici bir şekilde yayılıyordu. İnsanların davaya rağbeti mıknatısın demiri çekmesi gibi idi. Böyle olunca İslam düşmanları bunu engellemenin yollarını araştırdılar. Önce efendimize ‘sihirbazdır’ dediler. Buna benzer daha başka yalan ve karalamalar ile aleyhte yoğun bir propagandaya giriştiler. Ardından başta Efendimiz olmak üzere İslam Cemaatinin aziz bireylerini tehdit etmeye, aileler üzerine baskılar kurmaya çalıştılar. Fayda vermeğince işkenceleri ağırlaştırdılar. Bu da tutmayınca cazip tekliflerle Efendimiz (a)’in şahsından davetçilere yaklaştılar. Sonra Efendimizden mucize getirmesini istediler. Ardından suikast ve öldürme planları, derken siyasi ve ekonomik ambargo...
Böylece baskılarla davayı söndürmek istediler. Oysa “Kafirler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister.” (Tevbe: 32)
Mekke, İslam davetine dar gelmeye başladı. Efendimiz (a) arkadaşlarına: “Habeşistan’da bir kral var. Onun yanında kimse zulme uğramaz. Siz de onun yanına gidin...” (Fıkhı’s-Sire: Münir Gadban) diye buyurdu. Böylece, insanlık tarihinde bir kez daha ‘sadece Allah için’ hicret kapısı açılıyordu. Hakikat şu ki: Allah’ın arzı geniştir.
Davetçi için önemli olan şu ya da bu yer değil, Onun için önemli olan davasını tebliğ edeceği yerdir. Kaldı ki hicretin İslam tarihinde çok önemli bir yeri var. Çünkü o İslam devletine giden yolda en önemli temel unsurlardan birini teşkil etmiştir. Kaçış değil, hapsedilmeye çalışılan davanın azadlığı için yollara revan olmak! Kâfirlerin baskı ve korkularından hiç değil, bilakis dünyayı kâfirlere dar edip cehenneme çevirmek için yollara düşmek! Daha pek çok sebep ve hikmetlerle sadece Allah için yollara düşmekten daha hayırlı ne olabilir ki! İşte böyle bir aşkla muhacirler yollara düşüverdiler...
Annemiz Hz. Hatice’nin ve ardından Ebu Talib’in vefatı Resulullah (a) başta olmak üzere müminleri hüzne gark etti. Çünkü bu iki şahsiyetin davaya katkıları büyüktü. Baskılar daha da şiddetlendi. Öyle ki efendimiz (a) Mekke’nin dışına çıkmak zorunda kaldı. Taife doğru... Ancak Taif uğursuz ve nasipsiz insanların mekânı idi o zaman. Ayaklarına kadar gelmiş olan Allah’ın nimetine karşı nankörlük ettiler... Büyük bir hüzün içinde Mekke’ye geri dönen efendimiz “ Ya Rabbi! Ben sana kuvvetimin azlığından, insanların üzerine etkisiz oluşumdan şikâyet ediyorum. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Beni kime bırakıyorsun?” (Fıkhu-SSire: Münir Gadban) diye Rabbine niyazda bulunuyordu. Ancak Rabbi onu yalnız bırakmamıştı. Döndükten kısa bir zaman sonra büyük buluşma gerçekleşiyordu. Bu ilk vahiyden tam on yıl sonra idi. Arada elçi ve perde olmaksızın doğrudan doğruya Rabbi ile buluşmak! fiüphesiz bu, onun için en büyük ödül idi. Ve şüphesiz mi’rac hadisesi İslam tarihinin en muhteşem ayetlerinden biri olarak mümtaz yerini almıştı... “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulu (Muhammed)nu bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir...” (İsra: 1) Efendimiz (a)’in bir müddetten beri Arap kabilelerine yönelik yaptığı tebliğ ve temas faaliyetleri meyvesini verdi. Bu vesile ile bir yandan İslam davasının ünü yarım adanın her tarafına ve hatta yarımadayı aşan sınırlara kadar ulaşırken, diğer yandan çok önemli bir biat gerçekleşti. İslam tarihine ‘Akabe Biatleri’ olarak geçen bu çok önemli olay, İslamın Medine’de devlet olmaya giden yolunu açtı. Görüşmeler, görüşmeler... Mekke’deki Müslümanların gelip yurtlarına yerleşmeleri için ellerinden ne geldiyse Ensar onu yaptı.
Sonrası... Dar-ül İslam’a büyük hicret gerçekleşecekti, gerçekleşti. Derken bir öğle sıcağında Efendimiz (a) de arkadaşı ile beraber yollara düşüverdi.
Bu yol, onları zulüm ve şirk diyarından İslamın nurlu Medinesize doğru götürdü. Önce İslamın devlet olmasına, sonra dönüp kâfirlerden hesap sormasına doğru götürdü onları. İslam tarihinin büyük hicret dediği işte bu hicrettir. Rabbi onu selametle Medinesine ulaştırdığında bu şehrin kadın ve çocukları şu şiir ile onu karşıladılar:
Veda tepesinde ay doğdu üstümüze
Allah’a dua ettikçe, şükür gerekir bize
İlkin üstünlük ve galibiyetin simgesi olan Mescid-i Nebevi’yi inşa etti. Sonra muhacirler ile Ensar arasındaki tarihi kardeşliği tesis etti ki bundan önce bir benzeri, bir örneği bulunmamakta. Bugün, Müslümanlar bu kardeşlik prensibinin şuuruna tam olarak varsalar nice hayırlı gelişmelere Allah’ın izni ile imza atacaklardır. Ardından Medine’nin sınırlarını tespit etti, sonrasında ise genel nüfus sayımını yaptırdı. Bütün bunlardan sonra İslam devletinin anayasası hazırlandı ve mutabakat alınarak efendimiz (a)’in Reisliği tahtında pratiğe konuldu. Buna Medine’deki tüm halklar riayet etmek ile yükümlü idiler. Böylece Allah (cc) kendi uğrunda mücadele edenleri geçirdiği ağır imtihanlardan sonra büyük bir ödülle ödüllendiriyordu. Şüphesiz ödüllerin en hayırlısı onun rızası ve müminlere müjdelediği ahiret âleminin saadetidir. “Hiç şüphesiz zorlukla beraber, bir kolaylık vardır...” (İnşirah: 5) Bugün onlardan çok daha rahat şartlarda oldukları halde imtihanlardan müşteki olan Müslümanların kulakları çınlasın!
Sonra Rabbi ona savaş izni verdi. “Haksızlığa uğratılarak kendileri ile savaşılan kimselere, mukabil savaş izni verildi...” (Hacc: 39) Artık kendilerine zulmeden azgınlara karşı Müslümanlar fiilen savaşacaklardı. Ve mustazaflara yardım edeceklerdi. Bununla beraber bu din ile insanlar arasına giren bütün kötü ruhlu engelleri kaldırıncaya kadar artık bu savaş durmayacaktı...
Efendimiz (a)’in bizzat katıldığı savaşlara gazve, katılmayıp sahabe-i kiramdan birini başına tayin ettiği askeri müfrezelere de seriyye denir. Rivayetler onun 19 gazveye katıldığını, bunlardan sekizinde bizzat savaştığını aktarır. Önce Bedir, sonra Uhud, derken Ahzab, Müreysi, Kudeyd, Hayber, Mekke’nin Fethi ve Huneyn onun bizzat savaştıklarıdır. Bunlardan başka İslam düşmanlarına İslamın adil kılıcını göstermek için yirmi dört tane de seriyye hazırlayıp göndermiştir.
Efendimiz (a) böyle bir yandan Medine dışındaki müşriklerle cihad yolunda yürürken diğer yandan ise Medine içindeki lanetli kavim Yahudiler ve onlarla benzer karakteri taşıyan münafıklarla mücadele etti. Yahudi ve münafıkların İslam ümmeti içinde o gün geliştirdikleri fitne, fesad, suikastler, propagandalar ve daha nice entrikalar aynı şekli ile bugün de sürdürülmektedir...
İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen efendimiz (a) Rabbinin kendisine emrettiği risalet vazifesini tam 23 yıl boyunca yılmadan; bütün sıkıntıları, zorlukları göğüsleyerek büyük bir örneklik sergileyerek tamamladı. O Rabbine karşı kulluk ve peygamberlik vazifesini hakkıyla yerine getirdiği gibi ümmetine karşı da yol gösterici, önder, komutan devlet başkanlığı vazifesini hakkıyla yaptı. Derken Maide Suresi’ndeki “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı (verip ondan) hoşnut oldum” ayeti kerimesi nazil oldu.
İşte bu, “oku” emri ile başlayan yolculuğun yavaş yavaş sona yaklaştığının alameti idi. 632’nin C.evvel ayının bir P.Tesi günü idi. Müslümanlar mescidde sabah namazını kılıyorlardı. İmam Hz.Ebubekir (r)’idi. Efendimiz (a) bu sırada odasından mescide açılan kapının perdesini kaldırdı. Saflar halinde namaz kılan Müslümanların duruşu hoşuna gitti ve tebessüm etti. Ve bu onun son bakışlarıydı. Başucunda Hz. Fatıma “Vah babacığımın ızdırabı” diye inlerken o, “Bu günden sonra baban için ızdırab olmayacaktır” diyerek cevap verdi. Sonra da mübarek elini kaldırıp “Ya Rabbi! Beni Refik-i A’la’ya ulaştır” dedi ve işte bu onun âlemimize ilişkin son sözleriydi. Ardından Hz. Ebubekir (a) insanlara:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse topuklarınızın üstünde (geri) mi döneceksiniz? ...” (Al-i İmran: 144) ayeti celilesini okudular.
Sonuç olarak;
Allah insanlara yol gösterici olarak peygamberlerini göndermiş. Efendimiz (a)’den önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Peygamberimiz (a) ise bu halkanın son noktası idi. Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Fakat Rabbimiz efendimize gönderdiği Kur’an-ı Kerimin kıyamete kadar muhafazasını üzerine almıştır. Veda hutbesinde “size iki şey bırakıyorum...” dediği Kur’an ve Sünnet-i Seniyyesidir. İslam âlimleri peygamberden sonra onun bu vazifedeki varisleridirler. Dolayısıyla her çağda peygamber (a)’in “yürüyen Kur’an...” ahlakını tatbik etme gayretine giren âlimlerimiz olmuştur. Bu gün de böyle. Yeter ki Müslüman olarak biz etrafımıza bakalım. Mutlaka ilmi ile amil bu öncüleri görebileceğiz. Bundan daha önemlisi, İslam, Cemaat dinidir. Yani o insanların bir araya gelmesini ve tek bir hedef ve gayede birleşmesini istemektedir. Bunu Mekke dönemindeki çalışmalardan çıkarıyoruz. Kaldı ki küfrün, nifakın, şirkin ve zulmün hâkimiyet sürdüğü böyle karanlık bir çağda Müslümanların İslamı yaşamaları ancak ve ancak cemaat olmaları ile mümkündür. İşte Müslümanlar olarak biz bu şuuru kazandığımızda ve bu şuur etrafında birleştiğimizde o zaman o mübarek gecenin feyzi ve o mübarek gecenin nuru yeniden önümüzü aydınlatacak ve bizi selamet sahiline Allah’ın izni ile çıkaracaktır.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbine hamd etmektir.
İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.