M. Emin ÖZMEN
Ocak ayını sevmiyorum
Ocak ayındayız.
Mevsim kış.
Havalar soğuk.
Her mevsimin bir başka güzel olduğunu söylerler. Kabul ama çocukluğum dışında ben kış mevsimini hiç sevmedim.
Çocukken sabah ilk uyandığımda, pencereden dışarı bakar, yerde kar varsa kahvaltımı yapmadan, soluğu dışarda alırdım. Annem beni zar zor zapt edip eve götürürdü.
Kışın meşakkat mevsimi olduğunu sonradan anladım.
Bizler için oyun aracı olan yerdeki beyaz ve pufuduk karın, öyle rengi gibi masum olmadığını, biraz gecikmeli de olsa, büyüdüğümde fark ettim.
Hele hele Ocak ayının, sadece mevsimin değil, yılın en gaddar zaman dilimini teşkil ettiğini anladığımda, yaşım epey ilerlemişti.
Fakat ben; “İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne” diye konuya girmeyeceğim.
2020’nin Ocak ayında, yani iki gün önce, bir zeytin ağacından düşmüşçesine, öylece donup kalan, zeytin gözlü mini minnacık Erva’dan da bahsetmeyeceğim.
Biliyorum, Erva mini minnacık ama herhalde meselesi çok çok büyük.
Eğer öyle olmasaydı, bütün insanlık; bu arada Trump, Putin benzeri koca koca herifler, küçücük kızın ölümü için, ellerinden gelen tüm gayreti göstermezlerdi.
Bu tarz; devasa, küresel, global, velhasıl ne derseniz denecek tür konulardan, bireysel konulara nasıl gelinir, bilmiyorum.
Ama sabah sabah okuduğum bir köşe yazısı moralimi bozdu.
Hürriyet’ten Nuray Babacan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kartpostal satarak kazandığı parayla satın aldığı, Ömer Nasuhi Bilmen’in “Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı kitabını, Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesine bağışlayabileceğini belirtmiş.
Bir köşe yazarı konuyu; “Erdoğan’ın Kitabı” başlığı ile köşesine taşıyıp, tek parti dönemi Türkiye’sinde, dinî tedrisat özgürlüğüne örnek olarak sunmuş. İslam’da devlet fıkhını ilgilendiren, hukuk kelimelerinin geçtiği bir sözlük eserin, tek parti döneminde yayımlanabildiği ve dolayısıyla “Jandarma köye geldi Kur’an-ı Kerim’i topladı; İslam’ı öğrenmemizi engelledi” şeklindeki iddiaların hepsinin, safsata olduğunu beyan etmiş.
Meğer iş bu kadar basitmiş. Türkiye ne kadar da güllük gülistanlıkmış, haberimiz yokmuş. “Ömer Nasuhi Bilmen, Diyanet İşleri Başkanlığı, yayımlanan kitaplar. Eee... Kardeşim! Bu dinciler de çok şey istiyorlarmış canım.” dedirtecek cümleler kurmuş.
Bilmiyorum, malum yazarı ben mi kafamda çok büyütmüşüm, yoksa O mu sehven yazmış bu yazıyı. Ne yalan söyleyeyim, tam kestiremedim. İnşallah yarın bir yazı kaleme alır da; “Dünkü yazımı sehven yazdım” der.
Yazar, yıllar önce sigaranın yararlarını savunan bir tanıdığımın durumuna düşmüş. Öyle ya, yıllar önce ben sigaranın zararlarını anlatmaya çalışırken; bir tanıdığım, bayağı ciddi ciddi yararlarını sıralamıştı.
Fakat mezkûr yazar, yevmiyelerini vererek, bizim memlekete üç-beş amele gönderse, kendisine Kur’an’ın ne denli yasaklı kitaplar arasında olduğunu ispatlayabilirler.
Bizim memlekette, çiftçiler tarlalardaki taşları bir yerde toplayıp, kendileri için zirai alan açarlar. İşte bu birikinti taşların altını karıştıracak yazardan yevmiyeli işçiler, muhakkak Arapça yazılı kâğıtlar göreceklerdir. Buldukları bu Kur’an veya Arapça yazılı kâğıt parçalarını işverenlerine götürüp; “Yağmura veya kara dayanabilen bu kâğıt parçalarını bulduk” diyeceklerdir.
Tabi o taşların altında ne işleri var diye bu kitap parçalarını inceleyen yazar, muhtemelen; “Eskiden köylerimizde, günümüzdeki gibi kitaplıklar yoktu. İnsanlar okudukları kitapları bir süre sonra tarlalarına götürüp, taşların arasında saklamak suretiyle, muhafaza altına alırlardı” diyebilme özgürlüğüne de sahiptir.
Dedelerimiz “Dirilere iftira atılmaz” diye bir deyim kullanırdı. Kur’an yasağını iliklerine kadar yaşayan bunca insan varken, bu tip yazılar kaleme almak ve okuyucuların huzuruna çıkmak, gerçekten de cesur olmayı gerektirir.
Neyse ben Ocak ayını neden sevmediğim meselesine geleyim.
Efendim, 2000 yılının Ocak ayında gözaltına alınmıştım. Evimi basan polisler, kitaplığımdaki kitapları tek tek indirip, seçtiklerini kolilerle götürmüşlerdi. Bırakıldıktan sonra götürülen kitaplarım arasında, “Fi Zilali’l-Kur’an” adlı Kur’an tefsirinin de olduğunu fark etmiştim.
Muhtemelen mezkûr yazar, Cumhuriyet döneminin çok sonrasına denk gelen ve tefsirlerin toplatıldığı o zamanlar için, 28 Şubat’ın özgürlük ortamı diyecektir. Ama bilsin ki kitaplarım ile birlikte, tefsirim de tarafıma iade edilmedi. Sadece bu tefsirin 16 cilt olduğunu söylersek, gözaltına alınan kitaplar ölçeğindeki özgürlüğümüzü de yazabilir.
Tabi ben kitaplarımı alan o insanlara hakkımı helal ettim. Fakat okuyup, istifade etmeleri şartıyla. İnşallah okumuşlardır.
Araya şu anekdotu koymadan edemeyeceğim. Gözaltına alındığım Ocak ayında sular, donduğu için kesikti. Dolayısıyla tazyikli su sıkma işkencesinden yırtmıştık. Fakat dışardan getirilen buz kalıplarının, vücudumuzun sıcaklığı ile eritildiğini de belirtmeliyim.
Ocak ayını sevmiyorum vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.