Mehmet EŞİN
Ölümden ders almak…
Hafta içerisinde yakın bir dostumuzun genç yaştaki oğlu vefat etti. Telefonla arayıp taziye ve başsağlığı diledim ama kendimi cenazeye katılmak zorunda hissettim. Corona tedbirlerine de riayet ederek mezarlığa gitmeye karar verdim.
Cenaze, mezarlığa gelmeden önce mezarlığa vardık. Yaklaşık bir ay önce başka bir dostumuzu Rahman’a uğurlamak için aynı mezarlığa gelmiştim.
Suphanallah, mezarlıktaki kocaman alanda boş yer kalmamıştı. Her taraf yeni mezarlarla dolmuştu. Zaten biz oradayken yeni cenazeleri taşıyan arabalar peş peşe geliyordu.
O arada bir cenazeyle birlikte kalabalık bir grup geldi. Kadın, genç, yaşlı… Yüz kişiden fazla insan vardı. Corona, hastalık, salgın umurlarında bile değildi. Kadınların ağlaması, feryat ve figanları yeri göğü inletiyordu. Bu feryatlar herkes gibi bizim de yüreğimizi dağladı. Kalabalığın evsafına ve ağıtların diline bakarak vefat edenin genç ve Kürt olduğuna kanaat ettik. Bir Fatiha okuyarak kalabalığa yaklaştık ve başsağlığı diledik. Tahminimizde yanılmamıştık. Vefat eden 35 yaşında ve Bitlisli idi. Yakalandığı Corona hastalığından dolayı vefat etmişti.
Ölüm işte, genç-yaşlı, kadın-erkek dinlemiyor. Sırası gelen bir şekilde gidiyor.
Bu manzara beni ister istemez derin bir tefekküre sevk etti. İşte her insanın geleceği yer burası. İstanbul’un trafiği, keşmekeşi, gürültüsü, siyaset, politika bazen bizi ölümden ve esas hedefimizden gafil bırakabiliyor.
Zengin-fakir, genç-yaşlı, işçi-patron, amir-memur, alim-cahil, ağa, paşa, elit-avam… ‘ben olmasam bu iş devam etmez, bu kurum ayakta kalmaz, dünya bensiz dönmez’ diyen herkes burada ve sessizce yatıyor. Ve hayat onlar olmadan da devam ediyor.
Bu tefekkür hali beni yıllar önce okuduğum küçük hacimli ama muhtevası çok büyük olan ‘Mezar Notları’ adlı kitabı bana hatırlattı…
İçinde bulunduğum bu derin tefekkürden beklediğimiz cenazenin gelmesiyle ayrıldım.
Bizim cenazede de hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Kalabalığın arkasında rahmetlinin annesi ve bayanlardan müteşekkil yakınlarının ve hasseten babasının hıçkıra hıçkıra ağlaması bir kez daha yüreğimi dağlattı.
Ölüm acıdır. Bunun için Peygamberimiz aleyhisselam, ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokça anın’ diye buyurmuştur. Dünyanın cazibe ve çekiciliğinden ancak ölümü çok anmakla korunabilir…
Peygamberler dahi evlatlarını kaybedince bundan etkilenmiş, hüzün, acı ve firaktan dolayı gözyaşı dökmüşlerdir. Taşkınlık olmadığı sürece gözlerden yaş dökülmesi, ağlaması rahmettir. Ağlamak, insanı rahatlatır, kalbi temizler, sükûnete kavuşturur. Ama taşkınlık olunca rahmet olmaktan çıkar, azaba dönüşür. İnsan bazen ağlamak ister ama ağlayamaz.
Yağan yağmurdan dolayı yerler çamur içindeydi. Mezarlığın içi adeta çamur deryasına dönmüştü. Kazılan toprak dahi balçık halini almıştı. Merhum için ağlayan en yakın akrabaları, onu bu balçıklaşmış çukurun içine koyup üzerine çamur atıyordu. İşte balçıktan yaratılan insan, aslına rücu ediyordu.
Dostlar, akrabalar, mal-makam, her şey ve herkes buraya kadar… Daha ötesi yok. Bundan sonraki safhada yapayalnız, tek başına, kimse ona refakat edemez, yalnız salih ameli müstesna…
Allah, bütün ölülerimize rahmet eylesin, mekânlarını cennet eylesin. Malum hastalıktan dolayı büyük zorluk ve sıkıntı çektiğimiz bu süreçte bize hayır kapıları açsın, hastalarımıza şifa versin… Ölmeden önce ölümlerden ders ve ibret almayı cümlemize nasip eylesin…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.