Abdullah ASLAN
PKK ile Çözüm, Müslümanlarla Çözümsüzlük Süreci
Çözüm, süreç, barış… Her seferinde bu konular görüşülünce sanki tarafların kendi aralarındaki sorunlardan ayrı olarak konuşup anlaştığı bir husus daha var. O da Mustazaf camiaya biçecekleri/biçtikleri konum veya onlara yönelik takınacakları tavır. Birçoğunuz buna komplo teorisi veya başka bir şey diyebilir ama görüşmelere paralel olagelen operasyon ve kararlar ne yazık ki bunu işmam ettiriyor. Tarafların kendi aralarında yaptığı anlaşmaların bir şartı da Mustazaf Camiaya çelme atma hususu olmasın?
Öyle değilse şayet, niye şu cezalar veya provokasyonlar hep bu dönemlere rast geliyor. Şu sihirli kelimelerin konuşulduğu dönemlerde mahkemeler Müslümanlara yok yere cezalar yağdırıyor.
Şöyle kısa bir ayrıntı versek. MİT-PKK Oslo görüşmelerinin 2009-2010 yıllarında yapıldığı ifade ediliyor. PKK’nin önemli adamlarından Mustafa Karasu yaptığı bir açıklamada görüşmelerle alakalı tarihler veriyor. Karasu, “Türk devleti ve PKK arasındaki ilk görüşme Eylül 2008’de yapıldı. İkincisi ya da üçüncüsü Mart 2009’da yapıldı. Seçimlerden sonra Mayıs’ta da görüşmeler oldu. Daha sonra Temmuz’da da görüşmeler oldu..” şeklinde tarihler veriyor. Ve görüşmeler 2010-2011 başlarına kadar geliyor.
Karasu’nun bahsini ettiği ikinci görüşmeden hemen sonra 27 Nisan 2009’da Elazığ ve Malatya illerinde İslami hassasiyetiyle öne çıkan İhya-Der’e operasyonlar yapıldı. Dernek merkez ve şubeleriyle evlere yönelik baskınlar ve gözaltılar gerçekleşti. Malatya ilinden 20, Elazığ merkez ve ilçelerinden 23 kişi hakkında 314’ün 1 ve 2. maddelerine göre ayrı ayrı davalar açıldı.
14 Ocak 2010 tarihinde Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Elazığ İhya-Der yönetici ve üyelerine yasadışı örgüt yönetici ve üyesi olmak suçundan dernek başkanı M. Fatih Demirtaş’a 15 yıl diğer 17 üyeye de yasadışı örgüt üyeliğinden ayrı ayrı 7,5 yıl, toplamda 150 yıl hapis cezası verdi. Yani görüşmelerin devam ettiği tarihlerde Müslümanlara yönelik hiçbir gerekçe olmaksızın hiçbir şiddet olgusu veya operasyon gerekçesi mevcut değilken gözaltılar ve bir de hapis kararları verildi. Bunun akabinde bir iki ay içerisinde yani 24 Mart 2010 tarihinde Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesi, Adana Umut-Der eski Başkanı Sabahattin Aydın ile Şura-Der eski Başkanı Mehmet Aktaş’ın da aralarında bulunduğu 5 kişiye 7,5 yıldan toplam 37 buçuk yıl hapis cezası verdi. Ve bu ceza yine şu “süreç” döneminde yani Mayıs 2013’te Yargıtay 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nce onaylandı.
İstanbul dosyasında yargılanan İslami STK yetkilileri ve gazetecilerin operasyonu da her ne kadar CMK 102’den yargılananların bırakılması sonrası yapılmışsa da bunun da görüşmelerin yoğun olarak yapıldığı 2010 sonlarına(operasyon Ocak 2011’de yapıldı) ve Öcalan’ın “bunlar nasıl serbest bırakılır” sözlerini sarf ettiği zamana denk gelmesi düşündürücü olmuştur. Bir hayli düşündürücü olan bir diğer husus da şu müzakerelerin silahlıları serbest bırakmaya dönüştürüldüğü bu günlerde siyasetçi, gazeteci ve özellikle sivil toplum kuruluşu yönetici ve yetkililerine yani silahsızlara verilen cezalar oldu.
Yani kısacası “barış havaları”nın estirildiği, insanların bir huzur esamesi niyetine neredeyse sevinmeye başladığı, özgürlük ve adalet paketlerinin biri birini takip ettiği, “önce insan hakları” laflarının havada uçuştuğu, “güçlü sivil toplum” naralarının atıldığı bir hengâmede yer ve konumlarına göre her biri bir sivil toplum kuruluşu içerisinde önemli ağırlığı olan şu insanlara verilen bu cezaları normal hukuk kararları kabilinden değerlendirmek mümkün değildir.
Evi, ailesi, çevresi, insanlar içerisindeki konumları belli olan ve bomba, silah ve dokümanlarla yakalanmayan bu insanlara şu “çözüm, barış süreci” döneminde verilen bu cezaları yoksa sadece ben mi anlamlandıramıyorum?
Neredeyse tamamının evlerinden alındığı hatta M. Bahattin Temel yurt dışında kendisiyle ilgili suçlamalardan haberdar olduğu halde yurda giriş yaptığı bütün bir basına yansıdığı halde, onun ve diğerlerinin astronomik cezalara çarptırılmaları nasıl izah edilebilir?
Kısacası, her ne kadar 2009 Nisan’ından önce ufak tefek operasyonlar olmuşsa da mezkûr örgütle müzakerelerin yoğun olduğu dönemlerde ve özellikle temsiliyet konusunun tartışıldığı bir zamanda gelen bu “hükümlü” cevap, akıldan ırak tutulmaması gereken bir konu.
Bana göre verilen kararlar tamamen siyasi kararlardır. Bundan böyle de bu kararların arkasında sadece bir grup veya bir cemaati günah keçisi olarak aramak/ilan etmek yanlış olur. Siyasal iktidarın bundan beri tutulması çok safça olur. Umarım özellikle İstanbul dosyası için yerel mahkemenin verdiği karar, Yargıtay’dan aksiyle(beraatla) döner ve böylece bu yanlış tutumdan vazgeçilmiş olur. Son olarak Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki katliamı gerçekleştirenleri ve her ne sebeple olursa olsun bu vahşette katkısı olanları lanetliyorum. Hayatını kaybeden mazlumlara Allah’tan rahmet; kederli ailelerine, yakınlarına ve tüm halkımıza da sabırlar diliyorum. Selam ve dua ile.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.