Rahmetle anılmak
Ölüm hayatın belki de gizemli olayıdır. Herkes vakt-ı zamanı geldiğinde muhakkak öleceğini bilir, ama hiç kimse bu olayın ne zaman, nerede, nasıl gerçekleşeceğini asla ve asla bilemez.
Ecel yazılıdır, beklenmeli her an
İstemesen de çünkü bir gün gelecek
Öyle bir cendere ki tanımaz zaman
Hiç beklenmeyen anda “geldim” diyecek
Va’di ilahidir, yoktur derman buna
“Her nefs ölecektir” yazıyor Kur’an’da
Ansızın veda eder insan dünyaya
Seven sevilene doymadan gidecek
Ölüm hayatın belki de gizemli olayıdır. Herkes vakt-ı zamanı geldiğinde muhakkak öleceğini bilir, ama hiç kimse bu olayın ne zaman, nerede, nasıl gerçekleşeceğini asla ve asla bilemez. Hepimiz öleceğimizi biliriz de kendimize uzak görürüz ölümü… Hakkında idam hükmü verilmiş, ölüm yaftası boynuna asılmış, darağacına doğru yürümekte olan bir mahkûm bile birazdan öleceğine kesin ve kat’i bir şekilde inanmaz, yüreğinin bir yerlerinde çok küçük de olsa bir umut taşır. Bu, Yüce Allah (cc)’ın insan fıtratına koymuş olduğu bir özelliktir.
İnsanoğlu öyle saçma fikirler üretmiştir ki bazılarını duyduğumuzda inanamayız… Yaratıcısını inkâr etmiş, kâinatı inkâr etmiş, hatta kendi varlığını bile inkâr edebilmiştir. Ama hiç kimse ölümü inkâr etmemiş, edememiştir. Buna rağmen günlerce, hatta aylarca ve yıllarca ölümü bir kerecik bile düşünmeden geçirebilmektedir. Bu hal, başlı başına bir tefekkür konusudur. Nasıl olur da dünya hayatına bu kadar dalabiliyoruz? Neye güvenerek birkaç yıl sonrasının -ki birkaç saniye sonrası için bile garantimiz yok- hayal ve planlarını kurabiliyoruz?
Ölüm; kâfirler için her lezzetin sonu, her güzelliğin nihayetidir. Bir idam, bir yok oluştur. Toprak olma, gübre olmayla eşanlamlıdır. Bu yüzden de dünya hayatına dört elle sarılırlar, dünyanın küçük ve ehemmiyetsiz elemleri gözlerinde dağlar kadar büyür, çaresiz kalıp bunalımlar yaşarlar. Ama biz Mü’minler için ölüm, Üstad Bediüzzaman’ın deyimiyle bu fani ve elemli hayattan bir terhis tezkeresidir. Bizden önce bu meçhul yoldan geçen sevdiklerimize kavuşmak için bir güzergâhtır. Dünya hayatında beşer yetenekleriyle algılayamadığımız Yüce Yaratıcı’nın muhteşem kâinatının sırlarını keşfetmek için bize dar gelen beden kalıbından sıyrılmadır. Gözlerimizin bu dünyada görüşü zayıf, kulaklarımız ise perdelidir. Hayal gücümüz sadece görmüş olduklarıyla sınırlıdır. Anne karnındaki bir bebeğin dünya ile ilgili bildikleri ne kadar sınırlıysa, bizim de ölmeden önce kâinat ile ilgili bildiklerimiz o kadar sathi ve yüzeyseldir.
Öte yandan ölüm hayatımıza çeki düzen vermemiz için bir uyarıdır. Hele yakından tanıdığımız insanların ölümü bizler için ilahi bir ikazdır. Maalesef bu ay çok muhterem iki insanın ölümleriyle sarsıldık. Allah’ın dostlarından bir dost olan Hacı Mehdi Abimiz dünya hayatının tüm sıkıntılarından azade olarak Rabbinin katına yükseldi. Hayatı boyunca İslam ve Müslümanlar için cansiperane çalışmış, gençliğinde-yaşlılığında Allah rızası için elinden gelen her fedakârlıkta bulunmuştu. Dilinden Kur’an-ı Kerim’i düşürmeyen, uzun uzun gece namazları kılan, kulluğunun gereğini yerine getiren güzel bir Mü’min… Onu tanıyıp da misafirperverliğinden, Ensar’ı aratmayan o mihmandârlığından etkilenmemiş olan kimse yoktur herhalde… Hem o sadece Ensar da değildi, muhacir olma sevap ve onurunu da ömrünün son yıllarında yaşamış samimi bir Mü’mindi de… Çileli ömründe Ensarın da Muhacirin de yaptıklarını yaparak, amel defteri dolu dolu Rabbine vasıl olmuştu… Bereketli ömrü Yüce Allah (cc)’ın, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ sözüne bir musaddaktı adeta… Vefat etmeden kısa bir süre önce rüyasında Resulullah aleyhisselatu vesselamı görmüş, Resulullah aleyhisselatu vesselam, kendisine ‘Sabret iki ay kaldı’ demişti. Yüce Allah kendisine gani gani rahmet etsin, ailesine sabırlar bahşetsin!
Bir diğer aziz insan da, esarette mazlum bir şekilde Rabbine kavuşan Musa Abimizdi… Mübarek üç aylarda, mübarek Regaib Kandili’nin ertesinde tüm sıkıntıları ardında bırakarak manevi bir şehid olarak âlem-i bekaya göçen Musa Abimiz… O güleç, o mütevazı, o ölmeden önce nefsini öldürmüş Musa Abimiz… O yüzünde iman nurunun pırıl pırıl parladığı güzel insan… O alnında secde izinin tebessümünü taşıyan olgun ve kerim abimiz… İslam için yapılması gereken hiçbir iş kendisine zor gelmeyen, hatta ‘Zor’ kelimesine lügatinde yer vermeyen, “Musa Abi, ne dersin bu iş yapılabilir mi?” şeklindeki sorulara hiç çekinmeden “Kolaydır abi” diyerek kollarını sıvayıp işe koyulan, atalet ve ümitsizliği tanımamış Musa Abimiz… O, büyük-küçük herkesin Musa Abisiydi. İslam kardeşliğini şahsında daha bir güzel tanıdığımız kâmil insandı. Kendisinden çok küçüklere bile abi diyen, değer veren, saygı duyan, hizmette en ön saftaki Musa Abimiz… Elinden düşürmediği Kur’an-ı Kerim’i, Cevşeni, tesbihatı ile örnek bir kul… Ömrünü İslam davasına adamış, bu uğurda bir insanın başına gelecek tüm imtihanları yaşamış ve hepsinden de alnının akıyla çıkmış cengâver insan… O derin gözlerinde korkunun en ufak bir emaresini göremezdiniz, kalbinde yer eden tek korku Allah korkusuydu… O güzel başı Rahman’dan başkası için eğilmeyen serfiraz Musa Abimizdi… Ne diyeyim işte, yani Musa Abimiz…
Eğer ölümden sonrası olmasaydı, bu azizlerin ardından yaşamaya takat bulamazdık. Ama nasıl ölüme inanmışsak ölümün bir son değil bir başlangıç olduğuna da öyle inanmışız… Bu azizlerin bıraktıkları örnek yaşamı takip edip onlara ve onlardan önce o yurda kurulmuş diğer nazeninlere ak bir alınla kavuşmak boynumuzun borcu olsun. Onları rahmetle anıyoruz…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.