Sadullah AYDIN
Rejimin mağdur ettiği büyük İslam şairi; M.Akif Ersoy
Bu toprakların yetiştirdiği büyük İslam Şairi Muhammed Akif Ersoy'un vefat yıldönümü günlerindeyiz. Çoğu insan Akif'in nasıl vefat ettiğini bilmez. İnzar Dergisi'nde daha önce yayınlanan ve büyük Üstadın ölüm gününü anlatan öykümü önemine binaen sevgili Doğruhaber okuyucularıyla paylaşıyorum:
Dondurucu bir kış günüydü. Tarihler 28 Aralık 1936 yılını gösteriyordu. Ahmet, o zamanlar İstanbul Üniversitesinde edebiyat öğrencisiydi. İstiklal Marşı şairi Muhammed Akif'in vefat ettiği haberini gazetelerde okumuştu. Birçok dindar edebiyat öğrencisi gibi o da Akif'in hayranlarındandı.
Gazeteler bu büyük şairin vefat haberini iç sayfalarında sıradan bir haber olarak vermişlerdi. Hatta bazı gazeteler vermemişti bile. Bu gazetelerden birkaçında Akif'in cenaze namazının Beyazıt Camisinde, öğlen namazı müteakip kılınacağı yazılıydı. O da büyük üstada son vazifesini yerine getirmek için Beyazıt Camisinin avlusuna gelmiş, cenazeyi bekliyordu.
Çok soğuktu, ayaz vardı. İstanbul en soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Caddeler, kaldırımlar buz tutmuştu. Ahmet eski bir parkeye sarınmış, elleri cebinde bir taraftan ısınmaya çalışıyor, diğer taraftan cenazeyi bekliyordu.
Öğlen namazının vakti yaklaştıkça heyecanı artıyordu. İstiklal savaşına büyük katkıda bulunmuş, hem sanatıyla hem de bizzat eylemleriyle işgalci düşmana karşı direnmiş, Batı emperyalizmine karşı gençliğe ve halka ilham kaynağı olmuş bu halk kahramanını uğurlayanlardan biri olmak onu gururlandırıyordu.
Ama anlamadığı bir şey vardı. Cenaze saati yaklaşmasına rağmen cami avlusuna pek kimse gelmemişti. Yüz civarında üniversite öğrencisi ve birkaç üniversite hocası vardı. Çoğunu sima olarak tanıyordu. Edebiyat ve İlahiyat Fakültesi öğrencisiydi bunlar. Dinlerini önemseyen, maneviyat ehli öğrencilerdi. Onların dışında hiç kimse yoktu. Ne devlet yetkililerinden, ne politikacılardan, ne kültür ve edebiyat camiasından ve ne de halktan hiç kimse yoktu. Koca İstanbul'da İstiklal şairini uğurlayacak bir avuç yoksul üniversite öğrencisi mi olacaktı sadece.
Her halde yanılıyordu. Çünkü on binlerce diyebileceği devlet kurumunda, okullarda, hatta tren garlarında İstiklal marşının üstünde Akif'in resimleri asılıydı. Ülke onun resimleriyle donatılmıştı. O zamanlar Akif'ın rejimle olan sıkıntısından haberdar değildi. Mısır'da eğitim görevlisi olduğunu, hastalandığı için ülkesine döndüğünü ve burada vefat ettiğini sanıyordu. Oysa ne kadar da yanılmıştı. Akif'e olan ilginin sadece bir göz boyama olduğunu sonraları öğrendi.
Beyazıt Camisi'nin minarelerinden ezan sesleri yükselip öğlen namazının vakti haber verildiği esnada uzaktan bir otomobil göründü. Arka tarafı, bagaj kısmı geniş olan otomobillerdendi. O zamanlar İstanbul'da bu tür taksiler çoktu. Kiralık taksiler… Otomobil gelip caminin karşısındaki bir lokantanın önünde durdu. İki kişi otomobilden inip arka bagajı açtılar. Bagajdan üstü çıplak, örtüsüz bir tabut çıkardılar. Sonra tabutu birer ucundan tutup caminin avlusuna getirdiler. Avludaki musalla taşlarından birinin üzerinde bıraktılar. Tabutu musalla taşının üstünde öylece bırakıp gittiler.
Şaşırmıştı. Bu cenazenin hiç kimsesi yok muydu? Cenazeyi getiren anlamsız yüzlü o iki kaba adamın hastane görevlisi oldukları beliydi. Öyle anlaşılıyordu ki cenazeyi morgdan alıp getirmişlerdi. Her halde ölen kişi kimsesiz biriydi. Belki de ölüsünü sokakta bulmuşlardı. Ama en azından namazını kıldıktan sonra onu gömmeli, ondan sonra gitmeliydiler.
Örtüsüz, çıplak tabutun içindeki kişiye çok acımıştı. Vicdanı sızlamış, acıma duyguları kabarmıştı. İnsani görevini yerine getirmek, kimsesiz cenazenin namazını kılmak için musalla taşına yaklaştı. O esnada onunla aynı duyguları paylaşan birkaç öğrenci daha tabuta yaklaşmıştı.
Bu arada zihni Merhum Üstadın cenazesiyle meşguldü.
“Nerde kaldı acaba? Gazetelerde öğlen namazından sonra Beyazıt Camisinden cenazenin kaldırılacağı söylenmişti. Ne cenaze var ne de katılacak erkân… Geciktiler… Herhalde cenaze ve uğurlayacak olanlar birlikte gelecekler.” Diye düşünüyordu.
Zihni bu düşüncelerle meşgulken öğrencilerden biri meraktan olacak önlerindeki tabutun kapağını hafice araladı. Beyaz kefen içindeki cenazenin baş tarafına bakmak istedi. Ölünün yüzünü açtı. Üzerine doğru eğildi. Onlarda meraklı gözlerle öğrenciye bakıyordu. Öğrencinin gözleri birden büyüdü, sanki dondu. Yüzü gerildi, sonra acıyla çarpıldı. Hıçkırıklarla cenazenin üstüne kapandı.
Hepsi gayri ihtiyari cenazenin üzerine eğildi. O anki duyguları, acısı kelimelerle tarif edilemezdi. Her hatırlayışında ağladığı, kahrolduğu o anı ömrü boyunca unutması mümkün değildi. Her halde bu büyük acıyı kendisiyle mezara götürecekti.
Tabutun içinde, kefenlerin arasında uzanmış yatan ve kimsesiz sandıkları bu cenaze büyük şair Muhammed Akif'indi. Huzur içinde yatıyordu. Hüzünlü dudaklarında beli belirsiz bir gülümseme vardı. Beyaz sakalları nurani ışıltılar saçıyor, insanda mutlu bir anından sonra uyuyakalmış bir insan hissi uyandırıyordu.
Herkes ağlıyordu. İstisnasız herkes… Beyazıt Camisinin avlusu ağlayan, hıçkıran insan sesleriyle dolmuştu. Bu yapılır mıydı? Büyük Akif'e bu yapılır mıydı? Kimsesiz bir zavallının cenazesi gibi, örtüsüz, çıplak bir tabutun içinde, kiralık bir otomobilin bagajında getirilip caminin avlusuna atılmıştı Muhammed Akif'in cenazesi. Zalimlere karşı, gücü elinde bulunduran zorbalara karşı içleri kinle, nefretle dolmuştu.
İnsanların ağlayışları arasında birileri bir yerden Kelime-İ Tevhit bayrağını bulup getirdi. Bayrağı hemen tabuta sardılar. Cenazenin önünde saflar oluşturdular. O esnada camiden çıkan birkaç yaşlı da gelip onlara katıldı. Caminin elli yaşlarındaki, sakalsız imamı gelip önlerinde cenaze namazı kıldı. Namazdan sonra üstadı omuzladılar ve yakınlarda bulunan mezarlığa doğru yürüyüşe geçtiler.
Çamurlu, kaldırımları buz tutmuş, parke taşlı sokaklardan geçerek yakınlarda bulunan kabristana vardılar. Bir avuç öğrenci, gözyaşları içinde bu büyük mazlumu, zulme uğramış bu büyük garibi ebedi yolculuğuna uğurladı.
Ömrünü İstanbul'da geçirmiş, şöhreti ülke sınırlarını aşmış, yüzbinlerin gönlünde tahta kurmuş, sadece İstanbul'da binlerce tanıdığı, dostu, ahbabı, seveni olan, yüzlerce yazarın kendisinden etkilendiği, kendisine üstat gözüyle baktığı Muhammed Akif'in böyle kimsesiz, sahipsiz bir şekilde son yolculuğuna uğurlanmasına önceleri bir anlam verememişti. Sonradan her şeyi anladı. İnsanlar rejimin öfkesinden korktukları için gelmemişler, gelememişlerdi.
Büyük şair istiklal marşını birinci meclis için yazmıştı. Âlimlerin duaları eşliğinde kurulan birinci meclis bir İslam Cumhuriyeti olarak düşünülmüştü. Meclisin çatısı altında bir araya gelen milletvekillerinin çoğu âlim ve İslamcı aydınlardan oluşuyordu. Ama ordu içinde etkili olan laik, Batıcı kesim önce takkiye yapmış, örgütlenmesini tamamladıktan sonra darbe yaparak meclisi ele geçirmişti. Bunu görüp de rejime muhalefet eden birçok kimse gibi Akif de karşı tavır almış, daha sonra da Mısır'a hicret etmek zorunda kalmıştı. Mısır'da, sürgünde birçok sıkıntı çektikten sonra hastalanmış, vatanında ölmek için ülkeye dönmüştü.
İstanbul'a dönünce rejimin ambargosuyla karşılaşmıştı. İnsanalar devletten çekindikleri için ondan uzak durmuş, resimleri yüzbinlerce yerde asılı olan bu büyük şair bir hastane odasında, yalnızlık içinde vefat etmiş ve çıplak bir tabutun içinde yapayalnız getirilip caminin avlusuna bırakılmıştı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.