Mustafa AYDIN
Rejimler ve yönetimler değişse de politikalar değişmiyor!
Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı sonrasında, batılı emperyalist devletlerin, Orta Doğu’da bir çok yerde cetvellerle çizdiği sınırlarla, bir çok devlet veya devletçik kurulmuştur. İslam ülkelerini daha rahat sömürebilmek ve kontrolleri altında tutabilmek için, bazı Arap kabilelerine bile emirlik adı altında devletçikler kurdurulmuştur.
O dönemde nüfusları milyonları bulan Müslüman Kürtlerin yaşadığı topraklar ise, dört parçaya bölünerek parçalanmıştır. Akraba olanlardan bir kısmı sınırın bu tarafından kalırken, bir kısmı ise karşı tarafta kalmıştır. Bu sınırları emperyalist devletler çizdiği halde, zamanla bu sınırlar adeta kutsal addedilmeye başlanmıştır. Yönetimi ellerinde bulunduranlar tamamen kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda oluşturdukları politikalarla, birbirleriyle rekabet halinde görünerek suni düşmanlıklar üretmiş ve oluşturdukları aşılmaz sınırlarla, akraba olan bu insanların uzun süre birbirlerini görmeleri engellenmiştir. Birbirlerini görmek için kaçak(!) yollarla sınırı geçenler ise, yakalandıkları takdirde bu ülkelerin silahlı güçleri tarafından adeta yargısız infaza tabi tutularak katledilmişlerdir.
Bunun acı örneklerinden birisi de 30 Temmuz 1943 Van’da yaşanan katliamdır. O gün akşamüstü, Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürd köylüsü, gözaltında tutuldukları sınır karakolundan alındılar ve içlerinden 32’si kırsal bölgede kurşuna dizilerek öldürüldü. Birisi ise sağ kurtuldu. Bu insanlar olaydan birkaç gün önce gözaltına alınmışlar ve suçları da sınırı izinsiz geçerek hayvan ticareti yapmaktır. Aynı aşiretten ve akraba oldukları sınırın karşı tarafında ki insanlarla hayvan alış verişini yapmaları büyük bir suç(!) olarak kabul edilmiş ve işledikleri bu suçtan dolayı da mahkemeye bile gerek duyulmadan infaz edilmişlerdir. Uzağa gitmeye bile gerek yok. Daha birkaç yıl önce Roboski’de yaşananlar da aynı olayın tekrarlanan bir benzeridir. Aynı olaylar diğer parçalarda da vuku bulmuştur.
Egemenliği altında oldukları devletler, güttükleri ırkçı ve milliyetçi seküler politikalarla, Kürtlerin temel insani ve İslami haklarını yok saymış ve inkar yolunu tercih etmişlerdir. Kürtlerin dili, kültürü ve inançlarına göre yaşamaları yasaklanmış ve gayri insani muamelelere tabi tutulmuşlardır. Bu devletler söz konusu Kürtler olduğunda, aralarında ki ihtilafları bir kenara bırakır, birleşerek ortak bir tutum benimserler. Kürtlerin bağımsızlık isteme olasılıkları bu devletler için daima bir endişe ve korku kaynağı olmuştur. Bundan dolayı Kürtlerin en insani taleplerine bile kuşkuyla yaklaşılmış ve sert tedbirlerle bunun önü alınmaya çalışılmıştır.
Bunun en çarpıcı örneğini de son olaylarda görüyoruz. Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Irak rejimi arasında, Irak anayasasının uygulanmasında yaşanan sıkıntılar ve Bağdat yönetiminin anayasadan kaynaklı yükümlülüklerini yerine getirmemesi sonucu, özellikle mali açıdan sıkışan Kürdistan Bölgesel Yönetiminin bu sıkışıklıktan kurtulmak için tek çare olarak gördüğü bağımsızlık referandumuna gitmesiyle, komşu ülkeler alarma geçti. Türkiye daha düne kadar İran ve Irak yönetimini mezhepçilik yapmakla ve Şii hilalini oluşturmaya çalışmakla suçluyordu. Irak yönetimi de Türkiye’yi Başika üssündeki askerlerinden dolayı işgalci olmakla suçluyordu. Keza İran ve Türkiye’nin Suriye üzerinden birbirleri aleyhinde söylemleri de malumdur. Bir anda ne olduysa yaptıkları en üst seviyede ziyaretlerle, samimi pozlar vermeye ve referandum karşıtı ortak söylemler ve eylemler geliştirmeye başladılar.
Komşu devletler, ambargolarla ve sınır kapılarını kapatarak Kürtleri açlıkla tehdit etmeye başladılar. Bir kavmi açlıkla terbiye etmeye çalışmak bırakın İslam’da insanlıkta bile yeri yoktur. Ancak İslamcı kimlikleri ile bilinen devlet adamlarının ve İslami olduklarını iddia eden devletlerin, Kürtler söz konusu oldu mu bu gayri insani ve gayri İslami yöntemlere başvuracaklarını ifade etmesi ibret verici bir durumdur? İsrail, ABD veya başka İslam ve Müslüman düşmanı bir devlete veya güce karşı bir araya gelip birliktelik oluşturamayan, ittifak kuramayan bu devletlerin, Kürtlere karşı ışık hızıyla bir araya gelip anlaşmaları dikkate şayandır.
Neticede bu desteklerden cesaret alan Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, İran’ın fiili yardımı ve politik manevralarıyla verdiği destekle, başlattığı harekat sonucu statüsü tartışmalı toprakları Kürdistan Bölgesel yönetiminden alarak işgal etmiştir. İbadi yönetiminin bu başarısında, birçok ülkeden toplama Şii milislerden oluşan Haşdi Şabi birliklerinin yanında, Talabani ailesi, Goran ve PKK’nin yaptığı ihanetin de etkisi vardır. KYB ve Goran’ın etkin olduğu Kerkük ve çevresi, İran’ın ikna(!) çabalarıyla yapılan anlaşma gereği, Peşmerge’nin geri çekilmesiyle, Irak güçlerinin eline geçmiştir. Celal Talabani’nin oğlu Pavel Talabani, Kürd kamuoyundan ailesine yönelik yükselen ihanet suçlamaları üzerine; “Irak yönetimiyle yaptığımız anlaşmayı sadece biz yapmadık. Bizimle beraber Goran ve PKK’de bu anlaşmaya imza attı.” diyerek Irak rejimiyle yaptıkları anlaşmayı itiraf etmiştir.
Ayrıca şimdiye kadar İsrail ve ABD’nin, Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu kararının arkasında olduğunu iddia edenlerin aksine, ABD, İbadi yönetiminden yana ağırlığını koyarak bu iddiaları boşa çıkarmıştır. ABD ve diğer batılı devletlerin demokrasi, insan hakları, halkların kendi geleceklerini belirleme iradesi gibi süslü lafları propagandadan öteye geçmeyip, daha çok kendi çıkarları doğrultusunda politikalar yürüttükleri bilinen bir realitedir. Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumunda, Kürd halkının yüzde 93 gibi büyük bir çoğunlukla bağımsızlıktan yana irade beyanında bulunmasına rağmen, bunu görmezden gelen batının, bu iki yüzlü çıkarcı yüzü bir defa daha ortaya çıkmıştır.
ABD ve İsrail ile müttefik olup askeri, siyasi ve ticari ilişkilere sahip olanların, Kürdistan yönetimini ABD ile işbirlikçilikle suçlamaları da ayrı bir garabettir. Bu arada İran ile ABD’nin Irak’ta paralel bir siyaset izlemeleri de üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Kürtlerin egemenliği altında yaşadığı devletlerin, zamanla rejim biçimleri ve yönetenlerin zihniyetleri değişmesine rağmen, Kürtlere karşı bakış açılarında pek fazla bir değişiklik olmamıştır. Bağımsızlık referandumundan sonra Kürtlere yönelik medyada, özellikle de sosyal medyada aşağılayıcı ve tahkir edici yorumlar zirve yapmıştır. Özellikle siyasilerin referandum üzerinden Mesud Barzani’yi suçlayıcı, hatta bazılarının hakaretvari demeçleri, tabanda tüm Kürtleri hedef alan tam bir ırkçılığa dönüşmektedir.
Sözde İslamcı olduklarını iddia edip Ümmet birliğini savunanlar, Kürtler söz konusu olduğunda, Kürtlerinde İslam ümmetinin mensubu Müslüman bir kavim olduğunu unutmakta, ırkçılık damarları kabarıp, birer ulusalcı milliyetçi militana dönüşmektedir. Daha önce İslamcı diye bilinen medyanın ve bazı kesimlerin bugün kullandığı dil, Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek’le paralel bir dildir. Bu dil Irkçı ve düşmanca bir dildir. Kürtlerde duygusal kopuşu hızlandıracak olan bu tavırların, aklı başında olan bir insanın hele hele bir Müslümanın savunacağı bir tutum ve davranış değildir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.