Resulullah (sav)’ın İçinden Geldiği Toplum ve Bölgenin Durumu
Gözlerimizin nuru, Sevgili Peygamberimiz (sav)’in siretini tam olarak anlamak ve istifade etmek için, şüphesiz O’nun, içinden geldiği toplum ve coğrafyayı da tanımak gerekir.
Gözlerimizin nuru, Sevgili Peygamberimiz (sav)’in siretini tam olarak anlamak ve istifade etmek için, şüphesiz O’nun, içinden geldiği toplum ve coğrafyayı da tanımak gerekir. Bunun için, o dönemdeki dünyanın ve toplulukların durumlarına kısaca da olsa göz atmaya çalışacağız.
O dönemde dünyanın yönetimini ellerinde tutmaya çalışan ve o dönemin süper güçleri olan Bizans ve İran Pers imparatorlukları; diğer halkları ve krallıkları hakimiyetlerinin altına alma yarışına girmişlerdi. Aşırı hırs ve kibirleri sebebiyle bu iki imparatorluk zaman zaman karşı karşıya gelmiş ve aralarında büyük savaşlar çıkmıştı. Bu iki süper gücün savaş alanı da Ortadoğu ve civar bölgeleri olmuştu.
O dönemin Arap Yarımadası’nda yerleşik olan topluluklar, genel itibariyle iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar; yerleşik olanlar ki, bunların ekseri şehirlere yerleşmiş ve çeşitli krallıklar tarafından yönetilmektedirler. Diğerleri ise göçebelerdir. Bunlar da Arabistan’ın coğrafik ve kurak iklimi sebebiyle yaz-kış ayrı bölgelere göç ederler. Bu göçebelerde kabile hayatı ve yönetimi mevcuttur. Arabistan kabilelerinin bir kısmı Bizans krallıklarına, diğer bir kısmı da Pers imparatorluğuna bağlı olan krallıklara bağlıdırlar. Ama badiyede yaşayan göçebelerin ekserisi herhangi bir yönetime bağlı olmaksızın serbest bir yaşam tarzına sahiptirler.
Arabistan yarım adasındaki kıyı şehirleri özellikle de güneyinde bulunan şehirler, ticari güzergâhları sebebiyle daha fazla sosyal canlılığa sahipti; ama Arabistan’ın iç bölgelerindeki büyük kum çölleri ve kuraklık sebebiyle yaşam koşulları çok kötüydü. Bunun için buralarda fazla bir sosyal aktivite mevcut değildi. Ama bu kuraklığa rağmen Mekke Şehri, bölgenin en canlı şehriydi. Mekke Şehrinin bu aktif sosyal yapısının sebebi de şüphesiz Mekke’de bulunan Ka’be’nin önemi ve kudsiyetiydi. Mekke’de Hz.İsmail (as)’den beri bir idari sistem mevcuttu. Tarihi süreçte Mekke ve civarının yönetimi değişik kabileler arasında el değiştirmiştir. En son Miladi beşinci asırdan itibaren Kureyş Kabilesi Mekke’nin yönetimini elinde bulundurmaya başlamıştır. Kureyşin idari meclisi “Darunnedve” denilen yerde toplanırdı. Mekke toplumunda başta hakim olan din Hz.İbrahim (as) ve Hz.İsmail (as)’in tevhid dini olan Hanif diniydi. Daha sonra Bizans yönetimine bağlı bulunan bölgelere yapılan ticari seyahatlerle oluşan toplumsal ve kültürel etkileşim; yavaş yavaş putperestliğin Mekke’ye yerleşmesine sebebiyet vermiştir. Her ne kadar putperestlik burada yaygınlaşmışsa da, Haniflik kalıntıları hâlâ toplumun dininde tesirini gösteriyordu. Hatta bazı zatlar bu şirk toplumu içinde Hanif dinine bağlılığını sürdürmüştü. Putperestlik, toplumun hayatına ciddi bir şekilde tesir etmiş ve tamamen sapık bir dini anlayışın yerleşmesine neden olmuştur. Öyle ki Kâbe’nin içine yüzlerce put yerleştirilmiş ve her bir put için ayrı bir vasıf verilmiştir.
Şirkle birlikte bozulan toplumsal hayat, beraberinde büyük felaketleri getirmiştir. Toplumda; fuhuş, faiz, dolandırıcılık ve gasp gibi ahlaksızlıklar oldukça yaygınlaşmıştı. Toplum; “Efendiler” ve “Köleler” şeklinde sınıflara ayrılmıştı. Zengin ile fakir arasındaki fark her yönden kendini göstermekle birlikte alt sınıf olarak muamele gören köleler ile kimsesizler horlanmış ve toplumsal tüm değerlerden uzaklaştırılmışlardı.
Şirk toplumunun belirgin vasıflarından biri de toplumdan kadının horlanmış ve dışlanmış olmasıdır. Öyle ki yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyor ve bununla da vicdanen hiç rahatsız olmuyorlardı.
Hz.Ömer (ra) bu toplumun dini anlayış ve tezahürlerini şu anısını anlatmakla özetlemiştir: O, cahiliyeye ait iki şeyi hatırladıkça birine güldüğünü, birine de ağladığını söylemiştir. Gülmüş olduğu şey; yolculuklara çıktıklarında yol boyunca kendilerine uğur getirmeleri için, helvadan putlar yaptıklarını, bunlara ibadet ettiklerini, daha sonra acıktıklarında da bu putları yediklerini anlatarak bu gülünç durumu beyan etmiştir.
Ağlamış olduğu şeyin ise; yeni doğmuş olan kız çocuğu için toplumun içine çıkamaz olduğunu; ancak kadınların ve diğer üst tabakadaki insanların konuyu dedikoduya dönüştürmeleri sebebiyle, büyümüş olan kız çocuğunu çöle götürdüğünü ve diri diri kuma gömdüğünü, hatta kız çocuğu için mezarı kazarken sakalının içine giren kumları, kız çocuğunun küçücük parmaklarıyla çıkardığını anlatmış ve bu vahim olayı her hatırlayışında ağladığını beyan etmiştir.
Görüldüğü gibi çok koyu bir cehalet Mekke’nin şirk toplumunda hüküm sürmüştür. Ve diğer tüm alanlarda da durum bundan farksız değildi.
Hakeza Mekke’nin civar bölgelerinde yaşayan Hıristiyanlar ve Medine ile çevresindeki Yahudilerin dini anlayışları da tamamen şirk ile dejenere olmuş ve tevhid dininin yerini şirk almıştır.
Hâsılı şirk Hicaz bölgesinin tümüne hakim olduğu gibi; dünyanın tümü de şirkin karanlığında bocalıyordu. Artık insanlık yeni doğacak bir nura muhtaçtı. İnsanlığın içinde bocaladığı durumun vahametine bakıldığında o dönemde hiç bir beşeri sistemin toplumun kurtuluşu için ümit olmadığına ve bu felaketin yegâne kurtarıcısının Allah (cc)’ın insanlık için gönderdiği biricik tevhid dini olduğuna şahit olunabiliyordu.
Bugün, kitle iletişim araçlarıyla bir köy suretini alan dünyanın hali, Miladi Beşinci asırdaki dünyanın halinden pek farklı değildir. Bugün zalimler, vaz ettikleri tağuti sistemleriyle toplumu korkunç bir bataklığa sürüklemişlerdir. Toplumsal hayatın her alanında değişik isim ve vasıflara sahip putlar diktirilmiştir. Şirkin tesiriyle toplumda yaygınlaşan fuhuş, kumar, içki, gasp, dolandırıcılık, hile, israf vb. felaketler, korkunç bir tablonun şekillenmesine neden olmuştur. Değişik isimlerle, süslü püslü kılıflarla sunulan beşeri sistemler, hiç bir soruna çözüm getiremedikleri gibi; mevcut ve korkunç tablonun daha da ağırlaşmasına sebebiyet vermektedirler. Bugün de insanlığın biricik umudu, tevhid dini olan İslam dinidir. İnsanlık bugün Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e ve Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e daha çok muhtaçtır. Şüphesiz insanlığın kurtuluşu da ancak Kur’an ve sünnete sarılmakla mümkün olacaktır.
“Allah iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri tağuttur. Onları nurdan karınlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşin ehlidirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara: 257)
İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.