Mehmet İkbal ATAK
Romeo Ölmeli” &“Esad Kalmalı!
“Beşar gidecek; Zulüm bitecek!”, Baas çökecek; İslam gelecek!..”
Suriye’de yaşanan ve giderek her ebattan aktörün güç mücadelesine dönüşen çatışma serüveninin ilk günlerinde belki de en iyimser beklentileri başlıca bu iki slogan altında toplamak mümkündü. Periyodik aralıklarla Esad’a biçilen üç beş aylık ömür devreleri ise “Özgürlük şafağının habercisi” olarak kabul görmekteydi.
İç çatışmalar neredeyse ikinci yılını doldurmak üzere… Ne Beşar gitti, ne de Baas çöktü; Ne zulüm bitti, ne de İslam geldi. Oysa çok insan öldü. Şehirler harap oldu. Milyonlarca insan göç etti. Yüzbinlercesi de mülteci konumuna düştü. Kritik konumdaki yerleşkeler kah silahlı grupların eline geçti, kah Suriye ordusunun.
Sipariş üzere oluşturulmak istenen yekvücut muhalefet oluşmayınca dış müdahale için “duaya” kalkan eller boşluğa düştü.
Özgürlük sloganlarıyla desteğe koşan malum ülkeler, kendi milli hassasiyetleri uğruna bir ülkeyi ateşe vermenin modern örnekliğini sergilediler.
İslami hassasiyetler tetiklenerek ulusal/emperyal emellere peşkeş çekildi.
Gelinen noktada İslami hassasiyetler törpülenerek Filistin’den Şam’a; Müslümanların öfkesi ise israil’den Suriye’ye kanalize edildi.
Filistin meselesi üzerinde birleşen İslami hassasiyet, Suriye’ye çevrilerek darmadağın edildi. Ölümün kol gezdiği ülke haline gelen Suriye, aynı zamanda uzun süre kaynayacak bir fitne kazanına dönüştü.
Farklı unsurlarıyla Suriye’de, yeni bir ‘Irak’laşma baş gösterdikçe, İslami kesimler de birbirlerinden giderek ‘Irak’laşmaya başladı.
‘Irak’laşma demek, İslam beldelerini yangın yerine çevirmede mahir olan ana aktörlerin kenara çekilerek kaosun keyfini çıkarmak demektir. Nitekim öyle de olmaya başladı.
Destek ve müdahale garantisiyle belli konseyler ve ordular kurdurarak çatışmaları körükleyen ana aktörler, şu anda körükledikleri yangın kıvılcımlarının nerelere kadar sıçrayabileceğini belki kestirememelerinden, belki de süren yangından memnuniyetlerinin bir nişanesi olarak selameti kenara çekilmekte bulmuş olmalarındandır.
Kaosun üzerinden geçen bunca süre gösterdi ki, ne Beşar yönetimi kolay kolay gidecek; ne de silahlı gruplar kolayca sindirilebilecek. Tam bir kaos hali almış başını gidiyor.
İyi de bundan sonra ne olacak?!
En kritik anlarda uzlaşamayan uluslararası aktörlerin zıt kutuplarda olması, güç mücadelesinin kıran kırana sürmesi anlamına gelmektedir. Kıran kırana mücadele ise, ülke içerisinde farklı etnik/dini/mezhebi kesimlerin birbirlerini boğazlamasıyla ifadesini bulmaktadır.
Gelinen noktada müdahaleye meyilli ABD-NATO ekseni artık köşesine çekilmiş görünmektedir. Bu eksenin bölgedeki mihmandarlarından Katar ve Suudi Arabistan, tüm kozlarını oynamanın verdiği yorgunluğa yenik düşmüş görünmektedirler.
Türkiye ise, özgürlüğün Donkişotluğuna soyunmakla kaybettiği prestijin yanı sıra Kürt bölgesindeki fiili durumla kalesinde gördüğü golün telafisinin peşine düşmüş durumdadır.
Bu durumda uluslararası karar mekanizmalarında söz sahibi olan Çin-Rus ekseni ve Suriye üzerinde israil bağlantılı jeo-stratejik hesaplarla hareket eden İran faktörü öne çıkmış durumdadır. Meselenin çözümüne dönük bölgesel bazda en iyi ve sonuç alıcı olarak kabul edilen Türkiye-İran-Mısır öncülüğünde olası uzlaşı arayışları, teorik anlamda çare olabilecek en akılcı yöntem olsa da, başta Kürt faktörü olmak üzere söz konusu ülkeler arasında derinleşen güven bunalımı, pratik yansımalara çok da fazla şans bırakmamaktadır.
Hem uluslararası hem de bölgesel çapta meseleye gerçekten de insani açıdan yaklaşılmaması, Suriye’de süren çatışmaların seyrini uzatmakla kalmıyor, aynı zamanda çatışan tarafların/odakların sayısını da artırıyor.
Son zamanlara kadar müdahil güçlerin kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu denen silahlı grubun yanı sıra El Kaide bağlantılı silahlı gruplar rejim güçleriyle silahlı çatışmalara girişirken, şu anda silahlı çatışmalara Kürtler ve en dikkat çekici olanı mülteci kamplarındaki bazı Filistinliler de iştirak etmiş durumdadırlar.
El Kaide ile ÖSO arasında ayrıca çatışmalar yaşanırken, Kürtlerle ÖSO içerisindeki bazı grupların çatışması da baş göstermiş durumdadır. Yine PKK’nin Suriye kolu olan PYD ile diğer Kürt gruplar arasındaki gerginlikler de Kürtler arası bir çatışmaya gebe olmuş durumdadır.
Halep’in Kürtlerden oluşan Eşrefiye mahallesini denetim altına almak isteyen muhalifler ile Kürtler arasında baş gösteren gerginlikler, bayramda çatışmalara dönüştü. Çatışmaların bir ucunda PYD güçleri bulunurken, diğer ucunda ÖSO bünyesinde yer alan ve Esad karşıtı Kürtlerden oluşan Selahaddin Tugaylarının olması, bir yönüyle Kürtlerle ÖSO’nun çatışması iken, diğer yönüyle de farklı kutuplarda yer alan Kürtlerin iç çatışması niteliğindedir.
Ayrıca Filistinli mültecilerin kamplarına zaman zaman yapılan saldırılar, Suriye’de dönen entrikaların bir yansıması olarak Filistinlileri de çatışma ortamına çekmeyi hedeflemekteydi. Hemen belirtelim ki, Suriye’deki Filistinliler sadece Hamas mensuplarından ibaret değildir. Dolayısıyla Hamas yetkililerinin saldırılar karşısında yaptıkları “iç çatışmalarda taraf olmama” yönündeki açıklamalarının pratikte çok da önem arzetmediği bilinmelidir. Mülteci kamplarında beş yüz bin dolayında Filistinli yaşamaktadır. Özellikle Filistinli sol grupların daha önce yaptıkları açıklamalar, Esad yönetimi lehine gerekirse savaşa katılacakları yönündeydi. Bu hafta içerisinde Şam yönetiminin yanında duran Filistinli gruplara karşı savaşmak üzere yine Filistinlilerden oluşturulan “Fırtına Tugayları” adlı bir grubun silahlandırılarak faaliyete geçirildiği yönünde silahlı muhaliflerce yapılan açıklamalar, tıpkı Kürtler gibi Filistinliler arasında da bir iç çatışma peydahlama senaryosunun başarıyla yürütüldüğünü göstermektedir.
Bu durumda ortaya çıkan tablo, kimi ülkelerde kısmi de olsa özgürlükler yağdıran “Bahar bulutlarının”, Suriye’de daha çok kurşun yağdırarak kan ve gözyaşından oluşan sellere neden olduğu gerçeğidir.
Neredeyse tüm grupların birbirleriyle çatışmalarının yanı sıra kendi içlerinde de çatışma ortamına sürüklenmeye çalışılmasının bölge genelinde oluşturacağı felaketin yanı sıra, Suriye sahasında toplanan ve El Kaide ile ilişkilendirilen silahlı gruplara uygulanmaya başlanan sıkı silah ambargosu, ABD ve Batılı müttefiklerinde yeni bir El Kaide sendromu oluştururken, bu gruplara uygulanan ambargoyla rejim güçlerine imha ettirilmelerine dönük ince bir stratejinin kendini ele verdiği gözlerden kaçmamaktadır. Süren kaosun bölge geneline olumsuz yansımasının yanı sıra El Kaide ile ilişkilendirilen grupların rejim güçlerine imha ettirilme iradesi şu anda ABD ve Batılı müttefiklerinin sessizliğe gömülmesinin yegane sebebi iken, Türkiye’nin tüm diplomatik çabalarına rağmen dağılan Batı hassasiyetini bir türlü toparlayamaması, Irak meselesi üzerinden vardığı yanlış hesabın Bağdat’tan sonra Şam’dan da dönmüş olmasının sonucudur.
“Esad Yeniden Değer Kazanırsa Şaşmayın”
Irak işgalinde tezkerenin reddi ile söz sahibi olma fırsatını kaçırarak “Kürdistan” gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalındığı mülahazası, ikinci bir şok dalgasıyla karşılaşılmaması umuduyla Şam seferinin stratejik derinliğinde öncü ülke olmak gibi bir dış politik anlayışı beraberinde getirdi. Ancak sonuç yine değişmedi. Defakto da olsa ikinci bir “Kürdistan tehlikesi”, üstelik diğerinden farklı olarak PKK güdümünde belirmeye başladı.
Şu anda Esad yönetimi aleyhine müdahil olan ana aktörlerin sessizliğe gömülmelerine karşın Ankara’nın deyim yerindeyse “Romeo ölmeli!” politikasında ısrar etmesinin sebebi, Esad güçlerinin politik bir manevra ile Kürt bölgesini PKK/PYD’ye emanet bırakmasıdır ve bunun sonucunda ikinci bir Kürdistan vakasının oluşmaya başlamasıdır.
Bir yandan sınıra yığılan mültecilerin getirdiği maddi külfetle baş edilmeye çalışılırken, diğer taraftan Kürt bölgesinin PKK/PYD’nin kontrolüne geçmesi, bir yönüyle özgürlük jelatinine sarılarak uygulanmaya çalışılan Suriye politikasının aslında tutmadığını gösterirken, bundan sonra bu mesele daha açık bir şekilde Türkiye’nin Suriye politikasının ana omurgasını oluşturacaktır.
Anlaşılan o ki, başta ABD olmak üzere tüm müttefikleri, Kürt faktörü gerekçesiyle Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesine soğuk yaklaşmaktadır. Bu durumda Türkiye, elini kolunu bağlamak istemeyeceğine göre önünde iki seçenek kalmaktadır.
Şayet ÖSO, nisbi bir başarı kazanırsa, ikinci bir hamle olarak Suriye’nin üniter yapısını korumak adına Kürt bölgesini PYD’nin elinden almasıdır. Ki şu anda Türkiye’nin umudu ve desteği bu yönde olsa da, bu şartlarda böyle bir olasılığın gerçekleşmesi ancak “mucize” ile açıklanabilecektir.
“Mucize” gerçekleşmez ise, tek çare, devrilmesi bir başka bahara ertelendiği gözlenen Esad yönetiminin yeniden güç kazanarak ülke genelinde hakimiyet kurması ve PYD’ye teslim ettiği “Emanetini” geri alması olasılığıdır. Şayet böyle bir ihtimal belirirse Ankara kulislerinde Esad hisselerinin yeniden değer kazandığı, hatta Esad’ın bir kez daha kardeş ilan edildiği sürpriz bir tabloyla karşılaşmak hiç de yabana atılacak bir ihtimal değildir.
Bu durumda dış politika eşliğinde “Romeo ölmeli!” sloganına eşlik edenler, “Esad kalmalı!” temposunu tuttururlarsa…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.