Sabra Şatilla'nın öyküsü

Sabra Şatilla'nın öyküsü

16 Eylül 1982! Yer; Güney Lübnan'ın Sabra-Şatilla kampları! Benzeri görülmemiş bir vahşet, bir Siyonist katliamının yaşanacağı ilk gün

16 Eylül 1982! Yer; Güney Lübnan'ın Sabra-Şatilla kampları! Benzeri görülmemiş bir vahşet, bir Siyonist katliamının yaşanacağı ilk gün... Sokaklar sessizliğe bürünmüştü. İn-cin top oynuyordu adeta. Derme çatma mülteci evleri, içinde yürekleri pırpır atan çocukları, kadınları ve ihtiyarları barındırıyordu. Herkes olacakları düşünüyor, tedirginlik içinde bekliyordu.

İkindi vaktiydi. Dar sokaklardan süzülen bir gölge önünde durduğu kapıyı iki defa aralıklı iki defa da ard arda tıkladı. Hafifçe aralanan kapıdan muhatabını tanıyan ev sahibi kapıyı açtı. Bakışlarıyla selamlaştılar. Sessizce salona geçip kitaplığın önünde durdular. Ev sahibi kitaplığa sağdan yüklenince gizli bir bölme açıldı. İkisi de içeri girip dehlizlerden yürüyerek geniş bir odaya vardılar.

İçeride birkaç kişi daha vardı. Hepsi endişe dolu gözlerle gelen ihtiyara baktılar.

"Selamün Aleyküm ya İhvan" dedi. İhtiyar tok bir sesle.

"Aleyküm-es selam ve rahmetullah" sesleri yükseldi oturanlardan.

Ayağa kalkıp yer verdiler. Mindere oturan ihtiyar 70 yaşlarındaydı. Başındaki beyaz kefiyesi, aklaşmış sakalı ve yüzündeki izler büyük bir endişenin, bir ıstırabın sorumluluğunu yansıtıyordu. Oturanlar da aynı endişeden hali değillerdi.

Nitekim içlerinden biri dayanamayıp konuştu. Adeta çaresizliğin sesiydi duvarda yankılanan.

-Ebu Halid! Dün İsrail askerleri kamplarınızı kuşattı. Kimsenin dışarı çıkmamasını anonslarla duyurdular. İşbirlikçi Hıristiyan milisler de onlarla beraber onların emrinde hareket ediyor. Kampların çevresinde kimi görmüşlerse hemen öldürmeye başlamışlar. Çocuk, kadın, yaşlı demeden... Kaçabilenler kampların dışında olan Akka ve Gazze hastanelerine sığınmışlar. Halk korkudan evlerinden dışarı çıkamıyor.

İhtiyar Ebu Halid karşısındaki arkadaşına baktı. Gözyaşlarına direnen bu adam; acıyı, çileyi alın yazısı edinmiş binlerce Filistinliden biriydi. Tüm derdi Filistin'in, Mescidi Aksa'nın özgürlüğüydü. O günlerin özlemiyle tutuşan gönlü, yıllara meydan okuyor, ihtiyar bedenini genç kılıyordu.

-Mansur! Kardeşim! dedi, Ebu Halid. Seni anlıyoruz. Zaten hepimizi bir araya getiren ortak endişemiz bu değil mi? İnsanlarımızı bu kuşatmadan kurtarmanın yollarını arıyoruz. İşgalci İsrail'in başbakanı Begin ve onun savunma bakanı Ariel Şaron, yerli hristiyanlarla işbirliği yapıp onlarla birlikte kamplarımıza saldırıyor. Söylentilere göre büyük saldırıları bugün veya yarın olacakmış. Eminim herkesi öldürseler yine kana doymayacaklardır. 1948'den beri yüzbinlerce Filistinliyi öldürmeleri, kinlerini tatmin mi etti sanki?

-Ama bir şeyler yapmamız gerek. Burada öldürülmeyi mi bekleyeceğiz?

-Elbette değil! Bugün sabah dört kişilik bir heyet oluşturduk.  İsrailli yetkililerle görüşmeleri için gönderdik. Kamplarda çocuk ve kadınların dışında hiçbir direnişçinin bulunmadığına onları ikna edeceklerdi.

Mansur durdu. Aklına gelen endişeyi hemen söyleyiverdi:

-Sakın hâlâ dönmediklerini söyleme!

Ebu Halid belli belirsiz bir noktaya diktiği gözlerini oturanlara çevirdi.

-Maalesef hala dönmediler.

-Kesinlikle dördünü de kurşuna dizmişlerdir.

Herkesin gözlerinde ortak bir endişe okunuyordu. Aynı fikirdeydiler. Bir daha asla o heyet geri dönmeyecekti.

-Ahmet Hüsnü'yü tanırsınız dedi, Ebu Halid. Hani yanımızda çalışan şu Mısırlı işçi. Güvenilir ve cesur bir adamdır. Bu sabah yanına 50 kadın alarak kamptan ayrıldı. İnşallah sağ-salim onları uzaklaştırır. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bizler de istişare etmeli, bir şeyler yapmalıyız.

Ebu Halid bir saat sonra buluşma evinden ayrılırken karanlığın çökmesine birkaç saat vardı. Dalgın dalgın ilerliyordu. Köşeyi dönünce aniden karşısına çıkan bir ambulans, onu yerlere savurdu. Toz toprak içinde burnundan ve başından akan kanlar beyaz entarisini al al lekelere boyadı.

Ambulans hemen durdu. İnenler Ebu Halid'i sedyeye koydukları gibi hızla Akka Hastanesine doğru yol aldılar.

Gözlerini açtığında kendini hastanede ranzada gören Ebu Halid, inledi.

-Ne oldu bana? Neredeyim?

-Burası Akka Hastanesi dede. Doktorun söylediğine göre, ambulans çarpmış seni. Getirildiğinde baygındın. Başındaki yarayı sardılar. Birkaç saat müşahede altında olman gerekiyormuş. Hastalar çok olduğundan doktor onlarla şu an ilgileniyor. Uyanırsan sana bunları söylemem için beni tembihledi.

Ebu Halid olanları hatırladı. Henüz yaşadıklarının etkisindeydi.

-Şimdi nasılsın?

Soruyu soran genç hastaydı. Başını ona doğru çevirince genci bir ayağı sargılı olarak gördü. Mütebessim bir çehresi vardı.

-Teşekkür ederim evlat, iyiyim... sana ne oldu?

-Hıristiyan milislerin saldırıları sonucu bu hâle geldim. Ayak kemiğim kırılınca alçıya aldılar.

Geniş hasta koğuşundaki tüm hastaların inlemeleri, Ebu Halid'in ruhunda derin ızdıraplar bırakıyordu. Her şey işgalci İsrail'in zulmünün neticesiydi. Yıllardır yaşadıkları yetmiyormuş gibi, güney Lübnan'daki bu kamplarına da saldıran İsrail azgınlaşmış, zulmünü batıdan aldığı Amerikan destekli cesaretle sınırlar ötesine taşımıştı. Hem de uluslararası hiçbir kurala aldırmadan...

Aniden ranzası sallanınca tüm hastalar gibi deprem olduğunu zannetti Ebu Halid. Fakat kulakları sağır eden patlamalar, sarsıntının sebebini açıklıyordu. Pencereden baktığında Sabra-Şatilla'nın üzerinde toz bulutları yükseliyordu. Anlaşılan İsrail Jetleri kampları bombalıyordu. Demek ki beklenen an gelmişti. Karanlığın çökmesiyle katliam başlamıştı. Dudaklarından ilahi bir söz döküldü ayet ayet: "Karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden Allah'a sığınırım." (Felak Suresi:3)

Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülürken dudaklarından yakarışlar eksik olmuyordu. Koğuştaki her hasta endişe dolu gözlerle pencerelere bakıyordu.

Fazlaca bir zaman geçmemişti ki hastanede bir telaştır koptu. İçeri giren bir hastabakıcı ortalığı velveleye verdi.

-Kaçın! Kaçın! İsrail askerleri geliyor. Her tarafı yağma ediyorlar. Gazze hastanesini bastılar. Herkesi öldürdüler. Buraya da geliyorlar. Çabuk olun...

Fakat unutulan bir gerçek vardır ki buradaki insanların hepsi hastaydı. Kimi sakat, kimi sargılı, kimi de yatalaktı. Nasıl yürüyecek, nasıl kaçacaklardı?

Ebu Halid yerinden doğruldu. Aniden aşağı kattan kurşun sesleri ve feryatlar yükseldi. Telaş ve kargaşa ayyuka çıkmıştı. Merdivenlerden çıkan İsrail askerleri ve Hıristiyan milisler, önüne geleni tarıyorlardı. Koridorun ucunda birkaç Filistinli doktorun İsrailli komutanı ikna etmeye çalışması, bir netice vermedi. Beyaz önlükleri içinde al kanlara boyanmış bir şekilde kurşunu dizildiler. Koridora fırlayan hastalar, yağmur misali yağan kurşunlara hedef oldular.

Ebu Halid cesetlerin altına düşmüştü. Başını sıyırıp geçen bir kurşun, gözünü kanlar içinde bıraktı. Kendinden geçeceği esnada kadınların olduğu koğuşlardan yükselen çığlıklar kulaklarındaki son uğultuydu. Tecavüz edilen hasta kadınların çaresiz feryatları, süngülenenler, kurşuna dizilenler, askerler, İsrail, Filistin... derken Ebu Halid kendinden geçmiş, üzerine yığılan cesetlerin altında kalmıştı.

Ertesi gündü. Hastane baskınında sağ kalanlar ranzalarına yerleştirilmiş, çoğu pansuman edilmişti. İsrail askerleri yabancı doktorlara dokunmamıştı. Uluslararası yardım kuruluşlarında çalışan bu doktorlar, hümanistti. İnsancıl yaklaşımlarıyla hastalara yardım ediyorlardı.

Ebu Halid kendine gelmiş, biraz daha iyiydi. Hastaneden ayrılmaya karar verdi. Bahçe avlusunu geçip karşı sokağa varınca, askeri cemselerin hastaneyi kuşattıklarını gördü. Sindiği yerden olanları izliyordu. Hastaneden yükselen çığlıklar, feryatlar, pencerelerden atılanlar, kurşunlanan hastalar... Kendini yiyip bitirdi Ebu Halid. Hiç kimseyi sağ bırakmamışlardı bu defa. Kapıda beliren birkaç beyaz önlüklü Doktor, İsrailli askerlerin arasındaydı. Kimi tekmelenirken, kimi de dipçikleniyordu. "Yabancı doktorlar" dedi içinden. "Anlaşılan öldürmeyip koruyorlar."

Hemen uzaklaşmaya çalıştı. Bir müddet sonra ilerlemenin mümkün olmadığını anlayınca kulaklarında megafonik bir ses çınladı.

-Dikkat, dikkat! Tüm kamp sakinlerine duyurulur. Herkes evinden dışarı çıksın. Aksi takdirde evi başına yıkılacaktır...

Evlerinden çıkan Filistinlileri sindiği yerden izliyordu. İsrail askerleri ve Hıristiyan milisler, kadınları ve erkekleri ayırdılar. Gözler korku doluydu. Çocuklar ve kadınlar durmadan ağlıyor, askerlerin ve milislerin saldırılarına maruz kalıyorlardı. Kampın ana meydanına doğru yürütülen erkeklerden onar kişilik grupları askerlerin ayırdıklarını fark etti. Izdırap içinde olacaklara bakarken bir grubun bir evin duvarına yanaştırıldığını gördü. Hemen kurşuna dizildiler. Arkadan gelen dozerler, duvarı öldürülenlerin üzerine yıktı. İnfaz tamamdı. Adeta toplu mezarlar haline gelecekti Sabra-Şatilla.

Elini kalbine götürdü Ebu Halid. Yaşlı yüreği bu kadar acıyı nasıl kaldırabilirdi. Kalbini ovdu. Sızısı azalınca sindiği yerden yavaş yavaş çıktı.

Evine doğru harabeler içinde yol alırken girdiği sokakta duyduğu sesler onu durdurdu. Askerler ve milisler evlerinden çıkmakta direnen Filistinli kadınları kucaklarında bebeleriyle birlikte süngülüyor, baltalarla öldürüyorlardı. Kimi tecavüze uğruyor, kimi de kızlarıyla birlikte iğfal ediliyordu. Gözleri karardı. Karşısındaki duvarın gidip geldiğini gördü. Her yer sallanıyordu sanki. Yığılıp kaldı oracıkta.

Ertesi gün 18 Eylül sabahıydı. Bu vahşet gece boyunca devam etmişti. Gözlerini açtığında ortalığın büyük bir sessizliğe gömüldüğünü fark etti Ebu Halid. Ortalıkta askerler ve milisler görünmüyordu. Yürüyecek mecal bulduğunda ağır ağır yola koyuldu. Ortalık cesetten geçilmiyordu. Bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar... Gözlerinden yaş da akmıyordu Ebu Halid'in. Kurumuştu göz pınarları.

Ortalıkta askerlerin ve milislerin olmaması dikkatini çekmişti. Hızla koşan bir kadını durdurdu. Meğer İsrailliler ve milisler bu sabah kamptan ayrılmıştı. Arkalarında bir katliam bırakarak.

Evine yakın geldiğinde asla unutamayacağı bir manzarayla karşılaştı. Eşi ve çocukları birer birer yerlerdeydi. Bir robot gibi yanlarına sokuldu. Eşinin cesedine baktı iffetli ve temiz bir hayat sahibiydi. Gözleri çocuklarının cesedine kaydı. Masum ve mazlum çocukla dalından hoyratça koparılmış çiçeklerdi.

Birden gözleri gelininin cesedine takıldı. Henüz yirmi beşinde pür tane bir gelindi. Gördüğü şeyler gözlerini kamaştırdı. "Allah'ım!" dedi. Dirilmiş bir feryatla "Nasıl yaparlar bunu? Nasıl bu kadar zalim olabilirler?"

Gelininin yanında yatan bebeğiydi. Karnı yarılarak süngü ile alınmış yere atılmıştı. Gelinini ve bebeğinin vücudu kevgire dönmüşçesine süngülenmişti. Ansızın bir ağrı hisseti sol tarafında. Hareketsiz kalacak kadar şiddetli ve keskindi. Gözleri büyüdü dudaklarından zorla "Allah'ım" sözcüğü çıktı. Ellerini kalbine götürdü. Oracıkta yığılıp kaldı.

Ruhu atlas iklimin maviliğinde ailesi ve Sabra-Şatilla sakinleriyle beraber uçarken, geride 3500 kişilik bir katliam, bir Siyonist vahşetin unutulmaz eseri kalmıştı. Allah (cc) onlara rahmetinin gerektirdiği şekilde muamele etsin. Ruhları için El-Fatiha

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.