Şehidlerimiz

Şehidlerimiz

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir dost gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?

ŞEHİD ŞEHİR: HAMA
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir dost gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi: 75)

Hama, Şam/Halep’le Humus arasında Asi Nehri vadisinde, nehrin iki yakasına yerleşmiş, ruhen ve madden sıcak oluşu sebebiyle aldığı ‘HAMA’ ismini yıllarca korumuş, şeriatla tarikatı ve bunların ehillerini misli az bulunacak bir şekilde korumuş ve yetiştirmiş mübarek bir beldedir. Hama, tarih sahnesine milattan önce 2150 yılında kuruluşu ile çıkar. Esas gelişmesi Hz. İsmail’in evladından Arap Ebul Fida’nın eliyle gerçekleşti. Hz. Ömer (ra)’in hilafeti devrinde Suriye topraklarına gönderilen İslam ordusu ve onun emin kumandanı Ebu Ubeyde bin Cerrah tarafından fethedilen bu şehir yıllarca İslam’a, onun şeriat ve tasavvufuna beşiklik yaptı. Bu vasıflarının yanında, hicri 5. asrın yarılarında İslam’a ve tüm dünya Müslümanlarına yepyeni bir ruh veren Gavs-ı Azam Abdulkadir−i Geylani’nin (KS) Abdurrezzak isimli oğlunun bu şehre Bağdat’tan gelip burayı kendilerine vatan olarak seçmeleriyle şehir manevi yönden de bizzat Kâinatın Efendisi Resul-i Ekrem (sav)’le münasebet kurma şerefine nail olmuştur. Madden Asi Nehri ile beslenen, manen de risalet ve vahyin menbaına bağlanmış olan bu güzel belde, Esad canisinin ve avanesinin tüm zulüm dolu baskılarına rağmen, asli özelliklerinden taviz vermedi.

Daha önceleri Suriye’nin hâkimiyeti, Nusayrilerin egemenliği altındaydı. Nusayriler, sapık bir anlayışa sahip olup imamların ittifakıyla kâfirdirler. Bunlar Ehli Beyt’e mutlak marifet verildiğine, Hz.Ali’nin ölmediğine, onun ilah ve ilaha yakın bir mevkide olduğuna inanırlar. Haçlı orduları Şam’a ve diğer İslam ülkelerine hücum ettikleri zaman bunlar, Müslümanlara karşı haçlı orduları ile alçakça bir antlaşma içerisine girmişlerdir. İşte bugün Suriye’de hâkim olan zümre bunların uzantısıdır. Şu anda bu küçük azınlık, çoğunluk konumundaki Müslümanlara karşı hâkimiyetini devam ettirmektedir. İdareciler baskıcı tutumunu sürdürmek için, Müslümanlık pozunu takınmakta, hatta camilerde namaz bile kılmaktadırlar. Kitlenin çoğunluğunun Müslüman olması, yönetimin politik manevralara ihtiyaç duymasına ve bilhassa halkın ‘İhvanül Müslimin’ etrafında tamamen toplanmasını önlemeye gayret göstermesine sebep olmuştur. Yönetimin İslam’ı istismar etme girişimleri, saf halk kitlelerinin dışında herkesin malumudur. Fakat dönemin devlet başkanı Esad’ın, Ennezir dergisinde yayınlanan sözleri küfrünü açıkça ortaya koymuştur. Bir sözünde: “Onlar (mücahidler) Allah’a ve İslam’a inandıklarını etrafa yaymışlar, Allah için Allah’ın oğullarını (!) öldürmeye başlamışlardır” demiştir. Başka bir vesikada ise, “Arap emirlerinin her bakımdan Suriye’yi anlamalarını istiyorum, İslam’ın putları (!) önünde tamamen eğilmektense… onların Esad’ın önünde ibadet edecekleri siyasi bir kıble kabul etmelerini taleb ediyorum.” Bu sözler Suriye’deki sapık fikirlilerin hükümran olabilmek için her şeyi göze alabileceğini gösteriyor.

Suriye’nin hal ve vaziyeti bu iken, İhvan’ın üst düzey yetkililerinden Mervan Hadid Mısır’da aranması hasebiyle, Suriye’ye hicret eder. Kısa bir süre zarfında İhvanı Müslimin’in çalışmalarını her tarafa yayar. Suriye’nin Hama, Humus gibi şehirlerinde faaliyetlerini canlandırır ve Suriye yıllardan beri özlediği bir doğuşun sancılarını çekmeye başlar. Çok büyük gelişmelerden sonra Mervan Hadid, Esad’ın gaddarane uygulamalarına ‘dur’ diyecek bir güç potansiyelinin olduğuna, silahlı mücadele verilmesi gerektiği kararına varır. Ancak İhvan’ın içerisinde yer alan ılımlı grup ise, kıyamın vakti olmadığı düşüncesini benimser. Mervan Hadid kendi askerleriyle hedeflere saldırılar düzenleyip Suriye’nin yönetim kadrosuna ağır kayıplar verdirir ve onları bozguna uğratır. Modern teknik imkânların desteğinde ve süper güçlerin taktik ve teçhizat bakımından desteklediği Baas Partisi’ne karşı İhvan, hiçbir devletin maddi desteğine gerek kalmaksızın cihadını günden güne yayar.

Ülkedeki gerginliğin tırmanıp tehlikeli boyutlara ulaşmasını müşahade eden Esad, Suriye çapında tutuklama, işkence ve öldürme politikalarını yürütmeye başlar. Buna tepki olarak, Nusayri askerlerinin kurşunlarına hedef olmalarına rağmen, İhvan-ı Müslimin mensupları Suriye’nin çeşitli vilayetlerinde mitingler tertipler. Çeşitli şehirlerde toplanan Müslümanlar camileri hareketin çıkış noktası olarak ayarlamış olduklarından, Esad’ın bombardımanlarında birçok cami tahrip olur. Mevcud düzende İslam’ın hayat faaliyetleri için öngördüğü prensipler yasaklanmış, bu konuda ısrar edenler acımasızca katledilmiştir. Nitekim 17.06.1980 tarihinde Cuma sabahı 12 helikopter Tedmür istikametine doğru yola çıkmışlardı. Her biri savunma birliklerinden 30 Nusayri askeri taşıyordu. Bu askerler Tedmür’e vardıktan sonra, orada hapishanede bulunan gardiyanları dışarı çıkardılar ve hapishanedekileri muhasara altına aldılar. Sonra bir anda mahpusların üzerine havadan ve karadan ateş açtılar, binlerce genci de öldürdüler. Ardından bu insan mezbahanesinde büyük bir çukur açarak şehidlerle yaralıları insafsızca bu çukura gömdüler.

Firavun ve emsalinin makamına çıkan zalim Esad, Hama’nın İhvan-ül Müslimin’in hâkimiyetinde olduğunu bildiği için tilkice bir senaryo düzenleyiverir ve 2 Şubat 1982’de Hama’yı tank ve zırhlı araçlar eşliğinde on iki bin kişilik bir ordu ile işgal eder. Bu, Hama’nın ilk değil, üçüncü işgaliydi. Ama bu sefer talimat kesindi. Hama başta olmak üzere bütün kuzey şehirleri Müslümanlardan temizlenecekti.

Diktatör Esad rejimi Hama’nın başta iletişim ve haberleşmeye dair tüm ilişkilerini kesti. Kimsesiz kalmış Hama’dan kimse haber alamıyordu. Havadan helikopter ve mig savaş uçaklarıyla; karadan tanklarla, top ve roket atışlarıyla binalar yıkıldı. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Polis, asker güçleri dükkânlara saldırıp yağma ve soygunculuğa başladılar. Dikta rejim kuvvetleri tarafından birçok Müslüman suçsuz olarak tutuklandı. Tarih boyunca örneği görülmeyen cinayetleri diktatör rejim, Hama’da Müslümanlara karşı işledi. Kıyasıya yapılan çarpışmalarda şehidler ardı ardına sıralanmakta; genç, yaşlı, kadın, çocuk ölümü gülerek karşılamaktaydılar. Her taraf talan edilmiş, bir şehir tüm halkıyla yok edilip yerle bir edilmiş, zulüm tüm hatlarıyla kendini göstermişti. Allah’ın ayetleriyle yüz yüze gelen Müslümanları ne makineli tüfek kurşunları, ne de zindanlardaki işkenceler durdurabildi. Mücahidlerin cihad esnasındaki parolaları şuydu: “Siz ey gençler! Yetimlerin feryadlarına kulak veriniz, sonra bıçaklarınızı çıkarınız, bu zalim ahmakların etleri üzerine iftar etmeniz için yemeyiniz, içmeyiniz ve hayatın hiçbir tadını tatmayınız… Gençler! Irzlarınızı korumanız ve ayaklar altına alınan şereflerinizin intikamını almanız için size sesleniyoruz. Kanı bundan başka ne temizleyebilir ki?”

Tüm olanlara hiç aldırış etmeyen Esad, zulmünü arttırarak âlimleri idam ettirmiş, bütün ailelerin reislerini öldürmüş, mescidlere hücum etmiş, Allah’ın evini necis potinleriyle kirletmiş, caddelerde binlerce insana vahşice işkence yaptırmıştır. Sonra da bütün bunlara ilaveten Ramazan hediyesi olarak (!) yetmiş bin insanı katletmiş ve bunu ‘Lailahe İllallah’ diyen herkese takdim etmiştir. İştahı kabaran Esad Suriyeli bacıları zindanlara tıkayıp her türlü iğrenç davranışlara maruz bırakmıştır. Hafız Esad’ın kardeşi, muhaberat başkanı General Rıfat Esad’ın katliamdan sonra cesetlere bakarak yaptığı espri (!), firavunları kıskandırmıştır: “Beş yıllık nüfus kontrolü yapmış olduk.”

Zindanlarda işkence çeken Suriyeli Müslüman bacıların kanlanmış gözyaşlarıyla yazılan, feryatlarını dile getiren mektup, Zalim Esad’ın ne denli cürümler işlediğinin açık kanıtıdır:

“Kaç mektup yazdık!.. Kaç mektup yazdık! Dilimizle, gözyaşlarımızla, kanımızla çok denedik… Yazamadık. Bir harf bile sızdıramadık. Allah’a binlerce şükürler olsun ki gecenin en sessiz bir anında bunu yazıp göndermeyi becerdik. Bu mektup bizim haykırışımızı bize yapılan zulüm ve işkenceyi anlatamayacak kadar ufak ve yetersizdir.

Hani Hz. İsa’nın anası Hz.Meryem, Hz.İsa’ya hamile kaldığı zaman halkın dedikodularından çekinerek “Keşke ölseydim de unutulanlardan olsaydım!” demişti. Hz.Meryem hiçbir zaman ne eziyet görmüş, ne de zina etmişti. Buna rağmen, bir peygamber anası olduğu halde bu sözleri sarf etmişti. Peki, ya bizler ne diyelim? Ne diyebiliriz ki? Biz en çetin işkencelere maruz bırakılıyoruz. Çocuklarımız gözlerimizin önünde koyun keser gibi kesiliyor. Nerede Müslümanlar! Nerede Müslüman olduğunu iddia edenler! Bizi bağırmadan, haykırmadan duyun! Çünkü sesimiz, kapkaranlık ve derin zindanların duvarlarından duyulmaz.

Sizleri, her alıp verdiğimiz nefes, her damla kan, her atan damar ve her çarpan kalple yardıma davet ediyoruz. Ne bekliyorsunuz? Burada binlerce kadın bulunuyor, nerede erkek olduğunu iddia edenler? Davranın, görelim erkekliğinizi! Kimlerin elinde olduğumuzu biliyorsunuz. Bilmiyorsanız bildirelim. Biz dünyanın en vahşi, en yırtıcı ve İslam’a çok kinli kafir Esad ve onun uşağı hafiyelerin elindeyiz. Gelip bizleri kurtarmanızı istemiyoruz, bizim üzerimize zindanları yıkın ki ölelim. Bunu yapamıyorsanız intiharla kurtulmamız için fetva verin. Daha ne bekliyorsunuz!

Ey Alem! Ey Dünya! Ey Müslümanlar! Uyanın! Bu uyku çok uzun sürdü, çok… Unutma! Bir gün ölüp de hesaba çekilince bütün bunlara nasıl cevap vereceksin? Uzandığın yerden cevap veremezsin ki! Uyan, bırak münafıklığı, gel, bizi yangından, karanlıktan, bataklıktan, okyanusun derinliklerinden, karanlıktan aydınlığa çıkarıp kurtar! Haykırıyoruz ve bir âmâ gibi duvarları yokluyoruz, acaba bir pırıltı, bir pırıltı görebilir miyiz diye…”

Ezan sesleri, Arş-ı ilahi’ye doğru uruç eden Esma-ı İlahiye nidaları, dertli dolapların sesleri zahiren kesilmişti. Ama Asi Nehri’nin suları ile akıp Suriye’nin çeşitli beldelerine erişen şehid kanları, inanıyoruz ki bir gün bu topraklarda bahar mevsiminde açan çiçek gibi açacak; Allah’ın, nurunu tamamlayacağı va’di yine tahakkuk edecek ve zalimlerin zehirli nefesleri kesilecektir. Dün İsrail Yahudileri aynı şehre zehirli gaz bombaları ile saldırarak on binlerce Müslüman’ı; “Rabbim Allah, dinim İslam” dedikleri için şehid etmişlerdi. Bugün ise Esad katili yine aynı şehirde yetmiş bin Müslümanı “Rabbim Allah, dinim İslam” dedikleri için şehid etti.

Dökülen şehid kanları Allah’ın lütuf ve keremiyle bu toprakları inşallah Cennet misali gülistana çevirecektir. Rabbimizden dileğimiz, bizleri de katına şehid olarak almasıdır. (Amin velhamdulillahi Rabbil Alemin)

İSKİLİPLİ ATIF HOCA
Şapka inkılâbından çok önce yayınlamış olduğu bir kitabından dolayı idama mahkûm edildi. İdam kararının verileceği gün o ve arkadaşları savunmalarını yazmaya çalışırken kendisi bir an için uykuya dalar. Uyandığında hazırlamış olduğu savunma kâğıdını yırtıp atar, soranlara ise, Resulullah’ı rüyasında gördüğünü ve ‘Yanımıza gelmek istemez misin?’ diye sorduğunu, bundan dolayı da savunmaya ihtiyacının olmadığını söylemiştir. 4 Şubat 1926 tarihinde masumane bir şekilde idam sehpasında ruhunu Rabbine pak bir alınla teslim etmiştir. Allah azze ve celle şehadetini kabul buyurup bizi de şehidlerimizin şefaatinden mahrum bırakmasın (Âmin) .

MALCOLM X
Yüce Rabbimizin dilemesi halinde çok kötü şartlar altında olunsa bile hidayet kapıları herkese açılabilir. Amerika gibi insan fıtratının kabullenemeyeceği kötülüklerin yaşandığı bir yerde yetişip büyüyen Malcolm X, adli bir suçtan dolayı düşmüş olduğu cezaevinde hidayet bulur. Yapmış olduğu araştırmalar neticesinde hakkın, adaletin, doğruluğun asıl membaına kavuşmanın verdiği heyecanla kendisi gibi siyahî olan insanları kısa sürede etrafına toplar ve kısa sürede bir güç haline gelir. Ancak doğal süreç olarak onun bu yönelişini kabullenemeyen güçler de vardır. 25 Şubat 1965’de coşkulu bir kalabalığa seslenirken ön taraftan kendisine yaklaşan üç kişilik bir ekip onu kurşun yağmuruna tutarlar. Yere yığılan o güzelim insan Rabbine kavuşmanın sevinciyle; O’nu birlemenin işareti olarak şehadet parmağını semaya dikerek dünya ve onun içindekilere veda ediyordu. Kalplerin gerçek kaşifi olan Rabbimiz cehalet bataklığında bulunan tüm insanlara da hidayet nasip eylesin ve onların canlarını birer İslam kahramanı olarak alsın (Âmin velhamdulillahi rabbil âlemin)

ŞEHİD HASAN EL-BENNA (1906–1949)
17 Ekim 1906'da Mısır’ın Mahmudiye kentinde doğan Hasan el-Benna dini ve ilmi yönden köklü bir aileye mensuptur. Babası hadis âlimi idi. Hadis konusunda bizzat kendisinin de yazdığı eserler vardır. Böyle ilmi bir yuvada büyüyen Benna; ilim, takva ve zühd atmosferinde güzel bir terbiyeyle yetişmiştir. Daha küçük yaşlarda üstün bir zekâya sahip olduğu gözleniyordu. Gece namazlarına ve pazartesi, perşembe oruçlarına devam ediyordu. Küçük yaşlarda Kur'an-ı Kerim’i yarısına kadar ezberleyen Benna, 15 yaşlarında hıfzını tamamladı.

Yüzünün hatlarında devamlı bir elem ve hüzün görünüyordu. Kalbinde Müslümanların dertlerine çareler arama aşkı vardı. Onun bu hali zaman zaman bazı kötülükleri bizzat kendi eliyle değiştirmeye götürüyordu.

Nafile ibadetlere devam etmesiyle ruhu enginleşmiş ve nefsi daha da paklaşmıştı. Ayrıca daha talebelik yıllarındaki İslâmi çalışmalarından dolayı genel kültürü de oldukça gelişmişti. Okuduğu medresede “Kötülüklere karşı mücadele” adında bir teşkilat kurarak bazı önemli şahsiyetlere mektuplar gönderip, onlara nasihat etmeye ve onların dikkatlerini toplumdaki kötülüklere çekmeye başlamıştı.

Liseden mezun olduğunda Mısır’daki tüm talebeler arasındaki sıralamada beşinciydi. Üniversiteyi ise “Darul Ulûm”da okudu. Üniversiteyi bitirme imtihanlarını verirken on sekiz bin şiir beyti ve bir o kadar da nesir ezberlemişti. Darul Ulûm’u bitirdiğinde onun ayarında talebe yoktu. Çünkü birincilikle bitirmişti.

Üniversiteyi bitiren Hasan el-Benna İsmailiye'deki okullardan birine (öğretmen olarak) tayin edilmişti. O zaman İngilizlerin tüm güçleri İsmailiye'de toplanmıştı. Okullarda Avrupa usulü eğitim yapılıyordu. İsmailiye bu haliyle sanki Londra’nın muhitlerinden birini andırıyordu.

Batılıların İslam’ı ortadan kaldırmak için yaptığı çalışmaları gördükçe Benna’nın kalbi parçalanıyordu. Benna o dönemleri anlatırken şöyle diyordu: “Allah bilir, nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük! Bu hallerin tesirinden bazen ağlama durumuna gelirdik.” Hasan el-Benna kendilerinde hayır alametleri olan bazı kişilerle ümmeti bu halden kurtarmak amacıyla irtibata geçti. Kendisiyle birlikte altı kişi bir araya gelerek İslâmi çalışmaların çekirdeğini oluşturmak için anlaştılar. Benna kurduğu bu teşkilatına, yeni bir isim almaması için “Biz Müslüman Kardeşleriz” dedi ve cemiyetin adi “İhvan-i Müslimin” (Müslüman Kardeşler) oldu. Benna ilk davetine İsmailiye'de başlamıştı. Çalışmalarını bereketlendiren Allah Teâlâ onun elleriyle kahvelerde zamanlarını boşa geçiren insanlardan İslâm davası için mümtaz şahıslar yetiştirmişti. Bunlara örnek olarak İslâm davasının ilk öncülerinden Şeyh Muhammed Fergali İngiliz komutanının karşısına dikilmiş söyle diyordu: "Beni bu İsmailiye'den sadece bir kişinin emri çıkartabilir. O da Hasan el-Benna’dır" Hasan el-Benna İsmailiye'deki çalışmalar genişleyince ve kendisi de tüm gayretlerini İslâm için tahsis edince İsmailiye'den Mısır’ın başkenti olan Kahire'ye taşındı. İhvan-i Müslimin'in merkezini orada kurdu.

Bütün gayretlerini İslam’a davet ve onu tanıtma yolunda harcadı. Köyleri gezdi, şehirleri dolaştı. Gittiği her yere bir şube açıyordu. Öyle ki birkaç sene içinde İhvan’ın hareketi Mısır’ın gözünü ve kulağını doldurmuştu. Her tarafta ona katılmalar oluyor ve Mısır’ın evlatları onun kanatları altına giriyordu. Bunu gören hükümet İhvan’ın yayılmasından korkarak onu kontrol etmek için her türlü çareye başvuruyordu.

Hasan el-Benna'yı gizli istihbarattan birçok kişi takip etmeye başlamıştı. O nereye giderse peşinden ayrılmıyorlardı. Derken 1947 senesinde Hasan el-Benna bazı mücahidlerini Filistin'e gönderir. Filistin dağları ve köyleri daha önce görmedikleri ender mücahidler görmeye başlamışlardı. Evet, Filistin, yahudiye kuvvetli bir ders vermek ve onlara zilleti tattırmak için ölümü hayata tercih eden insanlara şahit olmuştu.

Bu arada Kral Faruk, bu büyük gelişmelerden dolayı meseleyi İngilizlerle beraber düşünmeye başladı. Özellikle Kral Faruk'un Mısır ordusuna dağıttığı silahların bozuk olduğunun anlaşılmasından ve Arapların hıyanetlerinin açığa çıkmasından sonra Kral Faruk için mesele daha bir tehlikeli oldu. Filistin’de cihad eden İhvan-i Müslimin Mücahitlerinin Mısır’a gönderilmesinden korkan Faruk, ‘Müslüman Kardeşler’i tutuklatıp hapishanelere dolduruyordu. Dışarıda sadece Hasan el Benna kalmıştı. Kralın maksadı onu öldürtmekti. İşte bu esnada Mahmud Abdulmecid gizli istihbarattan beş kişiyi, Benna'yı öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire'nin en büyük meydanında Müslüman Gençler Teşkilatı’nın önünde 12 Şubat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kurşunlandı. Tedavi için hastaneye kaldırıldı. Bu arada Benna'ya müdahale edilmemesi ve kan kaybından ölmesi sağlandı.

Böylece ömrünün sonuna kadar tebliğ için çalışan Hasan el-Benna ruhunu tertemiz olarak Allah Teâlâ'ya teslim ediyordu. Cenazesini bir yaşlı babayla birlikte dört kadın kabre götürmüştü. Bölgede elektrikler kesilmiş ve bu dört kadın dehşet verici bir ortamda tankların arasında Benna'yı götürüp defnetmişlerdi.

Hasan el-Benna dünyayı terk etmiş, Kral Faruk da Hasan el-Benna korkusundan rahata kavuşmuştu. O öldüğünde çocuklarına ihtiyaçlarını giderecek bir şey bırakmamıştı. Hatta ev kirasını bile verecek durumları yoktu.

Gerçek şu ki, liderlikte büyüklüğün belli bir ölçüsü yoktur. Bazen olur ki büyüklük ilmi yönden olur. Bazen büyük bir fatih, kâşif, bir psikolog yahut da bir siyasi lider büyük olabilir. Fakat kalıcılığı bakımından en büyük lider ümmeti yeniden inşa eden, yeni nesillerin yetişmesini sağlayan ve tarihin gidişatını değiştiren liderlerdir.

İşte Hasan el-Benna bu kalıcı liderlerden birisi, belki de yirminci yüzyılda İslâm tarihinde en fazla göze çarpanlardandı. Onun bu büyüklüğü sadece âlim oluşundan, iyi bir hatipliğinden ya da siyaset adamı oluşundan değil, İslâm davasını bina eden yeni bir nesil yetiştirmesinden ve özelde Mısır’ın, genelde de tüm İslâm âleminin tarihini yeniden yazmasındandır. Bugün dahi onun bu mücadelesinin semereleri her tarafta görülmektedir.

İslam, bu dini şahsiyetleri öyle yetiştirmiştir ki en üstün fedakârlıkları yaparlar ve insanlığa karşı çok büyük bir muhabbet beslerler. Onlar Allah rızasından başka hiçbir şey de istemezler. Sadece Allah’ın hesabından korkar ve O'ndan sevap beklerler. Yalnız Allah’ın indinde itibarları olsun, isterler. Hiçbir zaman kendileri için rahatlık ve huzuru talep etmezler, rahatlığı ancak Allah'a kavuşmakta ararlar. Onlarda şöhret veya methedilmeyi isteme yahut makam hırsı veya haset bulunmaz.

Yeryüzündeki tüm şer güçler, sömürgeciler, krallar, partiler ve fesat ehli Hasan el-Benna ile mücadele ettiler. O da bütün bunlara karşı savaştı. Hepsi de Hasan el-Benna'nin yolunu engellemek ve davasından alıkoymak için çalışmalarına rağmen o, yüce dağlar gibi, rüzgâra ve balyozlara aldırış etmeden yoluna devam etti. Karşı kuvvetler ne kadar çok olsa da ve ne kadar üzerine çullansalar da o, hiçbir zaman mücadelesinde umutsuzluk ve atalete teslim olmamıştır.

Benna bütün bunlara rağmen Resûlullah'ın Uhud günü yaralıyken söylediği şu duayı devamlı olarak tekrarlıyordu: “Allahım! Sen benim kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar.” Düşmanları devamlı olarak ona karşı hile ve tuzakları sürdürürken o da düşmanlarına karşı sürekli şefkat ve nasihate devam ediyordu. Benna'nın bu hali, ta onu her türlü kuvvetten, makamdan ve yardımcıdan yoksun bir halde, tek başına karanlıkta vurarak öldürdükleri zamana kadar devam etti.

Evet, onu öldürdüler. Onlar kuvvetli, Benna ise zayıftı. Onlar hükümran ve zalim, Benna ise mazlumdu. Onlar silahlı, Benna ise eli boştu. Evet, Benna'yı öldürdüler, simdi onlar katil ve mücrim, Benna ise mutlu ve saadet içinde…

Daha sonra onlar halkın merhametinden kovulurken, Benna Allah’ın rahmetiyle bağışlanıyordu. Onlar simdi batı ülkelerinde dağılmış vaziyette. Benna ise istirahatgahında... Allah O'na ve tüm mücahidlere bol bol rahmet etsin. (Âmin.)

HALİL−ÜR RAHMAN CAMİİ
1994 yılının 25 Şubat günü sabah namazı vakti… Siyonistlerin işgali altındaki Batı Şeria’da El Halil kentindeki Halil-ür Rahman Camii’nde Filistinli Müslümanlar sabah namazı kılıyorlardı. Her zamanki gibi Allah’ın huzuruna durmuş olan Müslümanlar, birkaç saniye sonra olacaklardan habersiz secdeye kapandılar.

Ne olduysa, o anda oldu. Gailli marka, dakikada 750 mermi atan ve şarjörü 35 mermi alan silahıyla camiye giren Yahudi Baruh Goldstein, cemaati yaylım ateşine tuttu. Bir anda kan gölüne dönen camide 53 Müslüman şehid oluyordu.

Baruh Goldstein, daha sonra ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı ve burada öldü. Görgü tanıkları katilin yüzüne yangın söndürücü sıkarak durdurduklarını ve linç ettiklerini söyleyeceklerdi.

Katliamın çıkış noktası Azar ayında Yahudilerce karnaval havasında kutlanan purim bayramıydı. Bu bayram, Yahudilerin katliamdan kurtuluşunu ifade ediyordu. İşte 53 müslümanın şehid edildiği katliamdan bir gün önce bu bayram kutlanmış ve Baruh Goldstein adlı, Amerika doğumlu Yahudi doktor da bu kutlamalara katılmıştı. Ertesi gün saat 05.00 civarında evinde resmi ordu üniforması giymiş ve İsrailli askerler tarafından tanındığı için hiçbir muhalefetle karşılaşmadan 05.30’da Halil-ür Rahman Camii’ne varmıştı. Oradan sabah namazının kılındığı bölüme gelip kapıda koruma görevlisi olan Muhammed Salih’e: “Ben görevliyim, camiye gireceğim.” demişti. Koruma ona engel olmaya çalışınca onu silahıyla etkisiz hale getirmiş, yanındaki silahla 4 şarjör boşaltıp 111’den fazla atış yaparak ortalığı kan gölüne çevirmişti. Bazı duyumlara göre katil yalnız değildi ve o ateş ederken yanındaki de şarjör değiştiriyordu.

Yahudiler arasında bu katliam sevinçle karşılandı. Nitekim Yahudi göçmen Ben-Yaa “Bu hareket asla kınanmamalıdır. Eğer kimse bu olayı kınamazsa Müslümanlar bundan korkacak ve Müslümanların saldırıları sona erecektir.” demiştir. New York’ta yaşayan Yahudi Matit Yahu Alwarsley ise: “O bir Yahudi olarak gurur vermiştir. Onunla gurur duyuyoruz (!) ” şeklinde konuşmuştur.

Korkunç katliamdan sonra Filistinliler direnişe geçerek gösteriler yaptılar. Ancak İsrailli askerlerin açmış olduğu ateş sonucunda yine dokuz kişi şehid olurken, 50 kişi yaralandı.

Tüm bunlar olurken Yaser Arafat ise “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne, ABD Başkanı Clinton’a sesleniyorum! Gelin halkımı koruyun!” diyordu. Katliamdan sonra Hamas tarafından düzenlenen pek çok saldırı ile şehidlerin kanları yerde bırakılmadı.

Şehadetlerinin yıldönümünde Halil-ür Rahman Cami şehidlerininin şehadetlerini tebrik ediyor, Filistin’in kurtuluşuna vesile olmasını Rabbimizden diliyoruz.

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.