Şeriati, tarih, mezhep ve nakısaları
İran’la mukayese ettiğimizde Şeriati hemen hemen herşeye farklı bir pencereden bakar. Çünkü o farklı bir geleneğin içinden beslenir. Şeriati’nin İslam’ı tarihe dönük değildir. Tarihte şanlı geçmiş aramaz, atalarını yüceltmez.
İran’la mukayese ettiğimizde Şeriati hemen hemen herşeye farklı bir pencereden bakar. Çünkü o farklı bir geleneğin içinden beslenir. Şeriati’nin İslam’ı tarihe dönük değildir. Tarihte şanlı geçmiş aramaz, atalarını yüceltmez. Şeriati’nin tarih bilincinde ezilenlerin etrafında şekillenmiştir. Ezilenleri merkeze alır ve tarihi ona göre sorgular. Şeriati Şah İsmali’i haklı bulmaz, Çaldıran hadisesinde Yavuz’a karşı onu her ne olursa olsun haklı çıkarma çabasına girişmez; Türk Müslüman aydını Yavuz’u bin dereden su getirerek savunur, hatta “Müslüman başka Müslümanın toprağını fethetmez” ilkesini göz ardı ederek Osmanlı’nın İran ve Arap alemine doğru yayılmasını Avrupa ile aynı kategoriye koyup “fetih” diye nitelendirir. İran, Suriye ve Mısır seferlerini “fetih” gören modern Müslüman zihin, bugün Neo Osmanlılığı da meşru ve zorunlu görür. Batılı uluslar arası kuramlardan devşirdiği “yapısalcılık”ı kullanarak Türkiye’yi “tarihi ve coğrafyası”nın bizzarure Ortadoğu’ya yönelttiğini öne sürer. Böylelikle tarihe ve coğrafyaya kader misyonu yükler; oysa tarih ve coğrafya, eğer Allah’ın ve insanın iradelerinden kopuk yönlendirici etkilerinden söz edilecek olursa, buradan tabiat gibi “kör bir kuvvet” doğar. Tarih ve coğrafyanın yönlendirici etkisi –eğer cümle edebi değilse- İslam akidesi açısından tam bir hurafe, batıl bir inançtır.
Ali Şeriati ahlakî bakımdan doğru taraftadır. İktidar bakımından ise yanlış bir tarafta durmaktadır, Şah’I, monarşisini, despot yönetimini, soygun düzenini karşısına almıştır. Şeriati bilerek ve bilincini kullanarak dezavantajı seçer, kendine ait olmayan, sorgulamadığı, İslam’ın marufu emir ve münkeri nehyi ile, adaletiyle sorgulamadığı bir iktara tenezzül etmez.
Eleştiriyi kendi halkının inanç ve amel referansı olan Şia’yı da içine alacak şekilde genişletir. Onun Ali Şiası ile Safevi Şiası ayrımı bu açıdan önemlidir. Türkiye’nin İslamcı geleneğinde “Sünnî mezhepçiliği” –Sünni geleneği değil- eleştirecek bir Ali Şeriati yoktur. Türkiye’de çok az Müslüman, Sünnî siyaset ve siyaset pratiğini yüksek sesle eleştirme cesaretini gösterebilir veya Osmanlı Sünniliğini sorgulayabilir. Neden tarihte ilkeyi pragmatizmin, güvenliği adaletin gerisine attık da “gelene ağam, gidene paşam” dedik? Çünkü devletin resmî görüşü olarak Sünnilik, Müslüman aydınının da siyaset görüşünü temellendirip besler. Türkiye’nin muhafazakar-dindar aydını sünniliği de doğru dürüst anlamış veya benmsemiş değildir. Yerine göre aşırılıkları dolayısıyla Şiiliği, Hariciliği, Vehhabiliği yerden yere vurur; Sünni siyasetin barışçılığından, uyumundan, temkininden söz eder, ama “ülke-devlet-milli çıkarı ve stratejik hesapları” söz konusu olduğunda hepsini unutur, onbinlerin hayatı pahasına iç savaşları yüceltir.
Ali Şeriati’nin ana vurgusu bilinçtir. Postmodern kaos söz konusu olduğunda bilgi, bilinç ve bilgelik önemlidir. Bilgi malumat olup somut birikimdir. Bilinç bilginin özel bir niyet ve maksat gözetilerek yeni bir işleme tabi tutulmasıdır. Bilgelik ise, bilginin irfan ve hikmete dönüşmüş muhtevası ve formudur.
Şeriati hiç şüphesiz zengin bir bilgi birikimine sahiptir. İslamî ilimlerden haberdardır. İslam tarihini bilir. Batılı bilginin kaynaklarına vakıftır. Her ikisinin karşılıklı muhasebesinden İslam dünyası ve ezilenler lehine bir bilinç geliştirir. Batılı modern insanın acısına, krizine, trajedisine, yabancılaşmasına aldırışsız değildir. Ama onun derdi davası Müslüman dünya ve ezilenlerdir. Şeriati bilimsel yönteme, akademizme en ufak bir prim vermez; bu yöntemin içeriği, mesajı nasıl tahrifata uğrattığını çok iyi bilir.
Ali Şeriati’nin bilinç merkezli söylemi yer yer Marksizmden derin etkiler almıştır. Bunda hiç kuşku yoktur. Bu onun nakısası mıdır acaba? Duruma göre hayır, duruma göre evet. Aslında eğer bir Müslüman kök bilgisini-kurucu fikrini inşa eden akidesinin farkındaysa, ona öz güveni varsa diğer bütün paradigmaları bir parametre hükmünde kullanır. Diğer paradgimalara karşı hem özgürleşir hem onları araçsallaştırabilir. Bu yerine göre nakısa değildir. Ama yerine göre de bir dezavantaj olup nakısa hükmüne geçer. Tarihi ve sahabe dönemini yanlı yorumlayıp resmetmeye kadar vardırabilir bunu Ali Şeriati. Çünkü tarihe bakışı bir bilinç çıkarma olduğundan yer yer tarihi de araçsallaştırır. Şeriati, mezhebin bazı unsurlarına semantik müdahalelerde bulunma hakkını kendinde görür. Sanki asıl gayesi vicdanları uyandırmak ve halkı ayaklandırmak olduğundan dini ve mezhebi de araçsallaştırmayı göze alabilir. Bilinç uğruna tarihe ve tarihsel kişiliklere de benzer bir projeksiyon tutabilir. Adeta tarihi ve tarihsel kişilikleri yeniden inşa ve icat eder. Yer yer mitolojileştirir ve yüceltir. Ali Şeriati’nin resmettiği Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer aslında tarihte yaşamış olan Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer değildirler. Bu yüzyıla gerekli olan Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer’dir.
Ali Şeriati’nin coşkulu bir tabiatı vardır. Coşku zaman zaman duygu seline dönüşebilir. Bu kendi mecrasını taşmadıkça, güzeldir; ama coşkulu tabiatta çoğu zaman tefekkür geri plana çekilebilir. Ve coşku tsunamiye döşütüğünde her şeyi önüne katar götürür. Böyle durumlarda şiirsel dil ve retorik öne çıkar. Bu yönüyle Türkiye İslam’ıyla benzeşir. Türkiye İslam’ının ana teması retoriktir. Nur cemaatlerinin neredeyse tamamı retorik üzerine oturur. Aslında Bediüzzaman Said Nursi’de derin bir tefekkür vardır. Belki kelamda müceddittir. Fakat Nur cemaatlerinde bu tefekkürün izlerine rastlamak neredeyse mümkün değildir. Milli Görüş geleneği de retorik üzerine oturur, öylesine işlenmeye muhtaç bir siyasi dile sahip ki, bu dilin varacağı yer kelimeler açısından lal birinin siyaseti ve kitleleri beden diliyle dilsizleştirmesine kadar gider. Radikal-bağımsız grupların önemli bir bölümü de soldan ve Marxim’den ödünç aldıkları Sovyetik dil ve propaganda ve aktivizmin derin etkisinde sürekli tepki ve hareket halinde kaldıkları sürece yaşayabilir. Söz konusu grupların dilinde de dikkate değer bir derinlik söz konusu değildir. Kısaca Türkiye’de coşkuyu, duyguyu esas alan retorik üzerinden bir hareket yürütülür ve bu Türkiye İslam’ının da İslamcılığının da şairane bir düzeyde gelişmesine sebebiyet verir. Bu yüzden Türkiye İslamcılığı, şairliğe, romancılığa, tahkiyeye pek heveskârdır. Türkiye İslamı ve İslamcılığı bilgi ve tefekkürü öne almadıkça şiir ve batının kopyası romanlarla coşku üzerinden gitmeye devam edecektir. Şairlerin ve romancıların zihinler üzerinde kurdukları blokaj, bilgi ve tefekkürün kapılarını sımsıkı kapatır.
Öne çıkmış coşku, şiirimsi retorik zaman zaman entelektüel şatahatlara sebebiyet verebilir. Şeriati’nin yer yer Hz. Muhammed (s.a.) ve sahabiler konularda bizi rahatsız eden teşbihleri, analoji ve yakıştırmaları bu türden entelektüel şatahatlardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.