Köye katı bir ambargo uygulanıyordu. Ahalide yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başlamıştı. Köylüler evlerindeki buğday çuvallarını, ambargodan dolayı değirmene götüremiyorlardı. İş başa düşmüştü. El değirmenleri ile öğütebildikleri kadar öğütüp, ekmek yapmaya çalışacaklardı. Açlık insana neler yaptırmazdı ki.
Ama sorun bu kadarlık da değildi. Gündüz tarlalarına da gidemiyorlardı. Çalışmaları gerekiyordu ama mayın tehlikesi vardı. Geceleri ise köye saldırı bekleniyordu. Her an tetikteydiler. Allah’ın davasını kendine dert edinmiş köylüler, zor şartlar altında ayakta kalma mücadelesi veriyorlardı.
Ancak komşu köyün durumu biraz daha zordu. Çünkü sayıları çok az ve köy daha korunaksızdı. Hem çevre köylerden lojistik destek alan malum güruh için açık hedefti. Onun için köylülerin bir aklı da komşu köydeki kardeşlerindeydi. Bir saldırı olursa onları koruyabilecekler miydi?
Her iki köy için çevrede kullanılan tabir “Sofik” idi. Hatta bazıları onlar için “Sofikê Seneyağê” diyorlardı. Onun için bizim oğlan hiç gocunmadan bu ismi kabullenmişti. Henüz 16’sındaydı. Hava karardığında büyüklerle beraber nöbete çıkardı. Daha teçhizatını taşıyacak kuvveti dahi yoktu. Ama taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklenmek istiyordu.
Ailenin 11 çocuğundan biriydi. Sayısal olarak ifade edildiğinde 11’de 1’den ibaretti. Fakat yeni ismini daha çok sevmişti. Hiç olmazsa “Sofikê Seneyağê” bir rakamından daha anlamlı geliyordu kendine. Her akşam köyün kıyısında elleri tetikte, gözleri uzaklarda bekleyip duruyordu.
Dedik ya, boyunu aşan işlere kalkışıyordu diye. Kendisi burada ama aklı karşı köydeydi. Çünkü karşıdakiler bir elin parmakları kadardılar. Herhangi bir saldırı esnasında kendilerini nasıl koruyacaklar diye kara kara düşünüyordu. Kafasından bin bir türlü senaryo yazıp, başrolü kendisine vererek, hayallerini oynamaya çalışıyordu.
Bir gece vakti kararını verdi. Nöbet arkadaşlarına karşı köye gidip, onları korumaya yardımcı olacağını söyledi. Fakat bir problem vardı. Babası bu kararı nasıl karşılayacaktı? Kendi kendine cevap verdi. Zaten evde 11’de 1’im. Belki gittiğimin farkına bile varmaz diye düşündü.
Boyundan büyük teçhizatını yüklendi ve karşı köye gitti. Ölecekse burada ölmeliydi. Abilerinden epey bir iltifat ve ilgi gördü. Kendisine verilen görevleri harfiyen yerine getirmeye çalışıyordu.
Üç beş gün sonra babası durumu öğrenir de onu almaya gelirse, ne yapacağı hususunda yine senaryolarına başvurdu. Babasına görünmeyecekti. Nitekim öyle oldu. Arkadaşlarından biri kendisine babasının geldiğini haber etti. Daha önce verdiği karar üzere babasına görünmeyecekti. Babası onu alıp götürmek için ısrar ederse, ne yapacağını bilemediği için görünmemesi en uygun karardı.
Fakat babasının amacı başkaydı. Oğlunun geldiği köyden biri ile görüştü. Baba oğlunu almaya değil, İslam uğruna 11 evladından birini zekât olarak vermeye gelmişti. Sadece merak ediyordu. Yeteri kadar parası ve teçhizatı var mı diye yoklamaya gelmişti.
Durumu anlayan abi, bizim Sofikê Seneyağê’yi çağırdı. Baban ile görüş ve hayır duasını al diye tembihledi. Evlat, suçluluk edasıyla babasının yanına vardı. Baba ile oğul baş başa idiler. Baba mağrur ve kendinden emin bir tavırla, artık büyüyen ve İslam’ın savunuculuğunu üstlenen evladını karşısına aldı: “Bak evlat. Biliyorsunuz ki bu dava büyüktür. Layık olmak ve bedel ödemek gerek. Hem de en azizlerimizi kurban etmemiz lazım. Duydum ki bana görünmek istememişsin. Ben seni eve götürmeye gelmedim ki. Ben 11 evladımın zekâtını vermeye geldim. Sen İslam uğruna evimden vereceğim evlatlarımın zekâtısın. Buraya bunu söylemeye ve bir ihtiyacın var mı diye sormaya geldim. Çünkü apar topar gelmişsin. Her ne kadar evlatlarımın zekâtı olsan da, ihtiyaçlarını karşılamak baba olarak benim vazifemdir.”
Oğulun nutku durmuştu. Sadece yutkunuyordu. Yoksa gözyaşlarına hâkim olamayacaktı. Baba elini cebine götürüp, bir miktar parayı evladının avuçlarına sıkıştırdı. Sonra sıkı sıkıya sarıldılar baba-oğul. Ayrılırken babanın ağzından; “Seninle gurur duyuyorum evlat” sözcükleri dökülüyordu.
Saygıdeğer okuyucular. Ramazan ayındayız. Biliyorsunuz bu ay aynı zamanda zekât ibadetinin eda edildiği bir zaman dilimidir. Bilindiği üzere malın zekât miktarı genellikle 40’ta 1’dir. Ama 90’lı yıllarda evlatların zekâtı vardı ve bunun nisabı değişiyordu.
Bahsettiğimiz ailede bu miktar 11’de 1’di.