Tarih, olayların benzer noktalarını tespit edip geçerli ortak sonuçlara varmaktır, deniyor. 12 Eylül 1980… Kenan Evren ve arkadaşları emir komuta zinciri içinde yönetime el koydular.
Darbeden altı gün önce 6 Eylül 1980’de Konya’da Kudüs Mitingi yapılmış; israil ve Amerika’nın protesto edildiği, ümmetin Kudüs’ün kurtuluşu için birlik olmaya çağrıldığı Milli selamet Partisi (MSP) öncülüğündeki mitingte kimsenin burnu kanamamış, kayda değer bir asayiş problemi yaşanmamış.
Kenan Evren, darbeden sonraki ilk radyo konuşmasında darbe gerekçelerini sıralarken Kudüs Mitingi’ne değinmedi ama onun yardımcılarından Hasan Saltık, darbenin en önemli gerekçelerinden biri olarak bu mitingi belirtti, mitingi “bardağı taşıran son damla” diye niteledi.
1977’nin 1 Mayıs’ında sadece Taksim’de 34 kişi ölmüş. Maraş ve Çorum olaylarında kan gövdeyi götürmüş. Tespit edilebildiği kadarıyla darbe öncesi son iki yılda 5 bin 241 kişi anarşiden dolayı hayatını kaybetmiş, 14 bin 152 kişi yaralanmış. Ama “bardağı taşıran son damla” bir tek kişinin burnunun kanamadığı Kudüs Mitingi olmuş.
Ülkede bir araya gelse hemen “devrim” yapabilecek devasa bir sol yapılanma var; Diyarbakır’da, Siirt’te, Mardin’de neredeyse köyler bile sol örgütler arasında paylaşılmış, Karadeniz’de Ordu’dan Artvin’e kimi ilçelerde sol gruplar sosyalist cumhuriyetçikler ilan etmiş, kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanımıyor. Ama “bardağı taşıran son damla”, hiçbir anarşi olayına karışmayan, oy oranları yüzde on’ların çok altında olan İslami kesimler olmuş…
Mantığa sığıyor mu? Dışarıdan bir bakışla “Hayır”. Ama darbecilerin mantığı açısından bakıldığında büsbüyük bir “EVET”. Darbeciler, darbenin başarıya ulaşması için nasıl davranmaları gerektiğini iyi ezberliyorlar. Mısır’daki işçi darbesinden sonra darbenin içişleri bakanı “Biz, din devleti olmayacağız; dünyaya açık bir devlet olacağız” diyordu.
Türkiye’de İslami kesimin ne 1960’ta ne 1971’de ne de 1980’de rejimi değiştirme gücü vardı. Ama her üç tarihte de yapılan darbelerden sonra darbeciler dünyaya şu duyuruda bulunmuşlardır: “Uluslararası anlaşmalara bağlı kalacağız ve laikliğin bekçisi olacağız” Bunun anlamı şudur: “Biz, dış politikada Batı’nın çıkarlarının; iç politikada Batılı yaşam tarzının koruyucusu olacağız. Bu yönüyle İslam dünyasındaki her darbe, Batı’yla ahit (sözleşme) yenilemek gibidir.
Türkiye, Batı’nın etkisine girdiği günden bu yana darbeyle oturup darbeyle kalktı. Mısır, Suriye, Irak, Tunus, Cezayir, Afganistan, Pakistan, Libya birkaç körfez emirliği hariç neredeyse bütün İslam dünyası… Ve bütün darbeciler, dışarıda Batı’nın çıkarlarına, içeride Batılı yaşam tarzına bekçilik etti, İslam dünyasını Batı’nın oyunlarına açık tuttu, İslam dünyasını istikrarsızlığa sürükledi, Müslümanların insan birikimini, insan enerjisini içeride tüketti, yeraltı enerji kaynaklarını Batı’nın hizmetinde tuttu, İslam şehirlerini Batılı yaşam tarzına zorlayarak yurtlarımızı Batılı tüketim şirketlerinin pazarı hâline getirdi… onların yüzünden İslam dünyası kaybetti, Batı kazandı. Durum bu kadar açık iken biz Batı’nın “değerler politikası” yürütüp darbelere karşı durmasını bekliyoruz. “Batı”, “çıkar” ve ‘‘değerler”… Bu üç kavram bir araya gelebiliyorsa problem yok ama bir tercih söz konusu ise “Batı” ve “çıkar” aynı kümede kalacak; “değerler” hep dışarıda kalacaktır.
Hem, “değerler” için kılıf bulmak da zor değildir. Bugünün Batı değerlerinde en önemli meşruiyet kaynağı halk desteğidir. Bunun için ABD dışişleri Bakanı Kerry, “Mısır’daki darbeden 100 yıl önce 23 Ocak 1913’te İstanbul’da Enver Bey’in elebaşlığındaki bir grup ittihatçı, Edirne’nin Bulgarlara verileceğini ileri sürerek Bab-ı Ali’de (Osmanlı’nın başbakanlık makamında) bakanlar kurulunu bastı. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı öldürdü, ardından Sadrazam Kamil Paşa’ya silah zoruyla bir istifaname yazdırdı. Paşa, önüne konan kâğıda “asker tarafından gelen teklif yüzünden istifaya mecbur kaldığını” yazınca ittihatçılar bu gerekçeye “ahali” sözcüğünü de ekletti. İstifa gerekçesi “ahali ve asker tarafından” şekline döndü. Böylece silah zoruyla gelen istifaya, “ahali” sözcüğünü Batılı değerler doğrultusunda, meşruiyet sağlanmış oluyordu. Daha sonra yapılan bütün darbelerde “ordumuz ve milletimizin isteği doğrultusunda” ve benzeri ifadeler kullanılarak meşruiyet aranmıştır. Mısır’da bundan eksik kalan sadece Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Kamil Paşa’dan farklı olarak baskıya boyun eğmemesi ve önüne konan istifa metnini imzalamamasıdır.
Tarihe “Babiâli Baskını” diye geçen 23 Ocak 1913 darbesinden sonra Enver Bey, başbakan olmadı; “irtica kaynaklı” 31 Mart isyanı’nı bastıran ünlü ittihatçı Mahmut Şevket Paşa’yı başbakan tayin ettirdi. İstanbul’da tarihte ilk kez sıkıyönetim ilan edildi, muhaliflere karşı büyük bir takip başlatıldı, işkence edildi. Cuntacıların bahanesi Edirne’nin Bulgarlara verilmek istendiğiydi. Ancak 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması ile Edirne bizzat cuntacıların imzasıyla Bulgaristan’a verildi. Sözde irticacılardan vatan kurtarmaya gelen cuntacılar, bizzat vatanın bir parçasını sattı.
Bu olay İslam dünyasında “ilk modern darbe” diye tarihe geçmiş ama darbecilik ondan da eskidir.
İttihatçılar, niye Mahmut Şevket Paşa’yı tercih etmişlerdi? Çünkü onlar batılı değerlerde söz konusu olan “Doğu” ise “ahali” tek başına meşruiyet sağlamadığını biliyorlardı. Şevket Paşa, amansız bir İslam karşıtıydı; 31 Mart Vakası’nda bu uğurda orduyu harekete geçirmiş, gözünü kırpmadan İstanbul halkını katletmişti, Zaman Gazetesi’nde yayımlanan bir söyleşiye göre ordusunun en az yüzde altmışı Selanik Yahudilerinden oluşuyordu, o Yahudiler darbenin sağladığı ortamdan yararlanıp Filistin’e göçecekler. israil’in kuruluşu için çekirdek nüfusu oluşturacaktı, nitekim o tarihte Selanik Yahudilerinin nüfusu yüzbinlerle ifade edilirken bugün belki Selanik’te yüz Yahudi aile bile yoktur, onların gençleri yarı Selanik’te yarı israil’de yaşıyorlar.
Müslüman ahalinin Batılılaştığını görmek… Bu, Batı’nın en büyük hayaliydi. Darbe, buna hizmet ederse Batı’nın gözünde “meşru” olmakla kalmaz, bir insanlık hareketi, bir kurtuluş hareketi oluverir, bir de israil’in kuruluşuna ve korunmasına hizmet etti mi artık o dört dörtlük darbedir; kusursuz bir darbedir.
Bu ilk modern darbeden, İslam dünyasındaki darbe meşruiyeti formülüne rahatlıkla ulaşabiliriz: Ahali desteği kılıfı-İslam karşıtlığı batı çıkarı. Yahudi hizmetkârlığı… Bu formülü yakalayan herkes, darbe yapabilme yeteneği varsa Batı’nın gizli ve açık desteğini alır.
DARBECİLİĞİN KÖKLERİ
İslam dünyasında askeri isyanlar hiç yaşanmadı mı? Bir askeri isyan kültürü yok mudur? Vardır. Ama tarih, olayların benzer yönlerini yakalayıp geçerli ortak sonuçlar vermek ise ilim de benzerler arasındaki farkı tespit edebilme yeteneğidir.
Darbe, hükümetin sağladığı imkânlarla hükümeti devirmektir, askeri isyanının yönetim değişikliğine yol açan neticesidir.
İslam dünyasında askeri isyanların tarihini çok daha eskilere götürmek mümkün ise de en yaygın askeri isyanlar Abbasilerin zayıflamaya yüz tuttuğu dönemde yaşandı. O dönemde kafası bozulup da kendine güvenen her komutan, küfür diyarında fetihlerle uğraşmaktansa, oralarda başarılar elde edip terfi edilmektense gözünü başkent Bağdat’a dikmiş. Neticede istikrar bozulmuş, Müslüman kanı dökülmüş, İslam dünyası zayıflamış, Bizans ve diğer küfür ülkeleri rahat bir nefes almıştı, kimi İslam yurtları işgale uğramıştır.
Darbelerin yol açtığı tam da budur. Darbeler, ülkenin enerjisini içeride tüketir, dışarıyı güçlendirir, ülkenin imkânlarını dış güçler ve içeride haksız yere makam, mülk edinenler arasında paylaştırır.
Bununla birlikte İslam dünyasındaki modernizm öncesi askeri isyanlar Yeniçeri İsyanları da dâhil “darbe” değildir. “Darbe”, kaynağını Fransız İhtilali sonrasında bulan modern bir kavramdır. Askeri isyanların Kaynağı, askeri memnuniyetsizliği ve rahatlık arayışıdır. İslam dünyasındaki modern çağ darbeleri ise bir ideoloji üzerine yapılmıştır. Bu ideolojinin toplamı yukarıda verildiği üzere İslam karşıtlığı, Batı ve Yahudi hizmetkârlığıdır.
Batı yanlıların İslam dünyasındaki ilk darbesi, 1808’de 2.Mahmud’un tahta zorla geçirilmesidir. 2.Mahmud, bu darbeden sonra ihtiyaçları Batı’dan karşılanan bir ordu kurdu, kılık kıyafet değişikliğini yaptı, memurların sarık takmalarını, cübbe giymelerini yasakladı. Fransızcanın okutulduğu okullar açtı, Fransız liderler gibi resmini devlet dairelerine astı, kültürel işlerde Batı yanlılarına maddi destek sağladı. Halk, ona “Gavur Padişah” diyerek karşı çıktı ama 2. Mahmut kurduğu ordu sayesinde tahtta kaldı. Osmanlı, onun padişahlığı ile bir daha dönmemek üzere Batı yoluna girdi, Batı yoluna girdikçe içeride çatışmalara sürüklendi, enerjisini içeride harcadı, dışarıda peş peşe toprak kaybetti.
Tanzimat da 2.Mahmud’un yönetiminin devamında gelen bir girişimdir ve bu girişimden sonra ilginç bir vakıa yaşanır: Ahmet Cevdet Paşa’nın aktardığına göre Filistin’de Selahaddin-i Eyyubi zamanından kalma bir medrese vardır. Tanzimatçılar, Fransızların gönlünü kazanmak için o medresenin harap olduğuna dair sahte tutanaklar tutar ardından onu “aslına döndürme” iddiasıyla Katolik cemaatine vererek kiliseye çevirir, Kudüs halkı itiraz eder, alimler mektuplar yazar İstanbul’a gönderir. Boşuna Medrese, kilise olmuş ve Filistin halkının Osmanlı’ya güveni kırılmıştır. Halk arasında “Avrupalılar da gelse ancak bunu yapardı, belki daha da saygılı davranırdı’ düşüncesi o günden sonra yayılır. Darbelerin asli özelliklerinden biri de budur. Her darbeden sonra İslam dünyası, işgale uğrasaydık ancak bu zulmü görürdük, diyecek duruma düşmüştür?
2.Mahmud’un iş başına gelmesiyle neticelenen darbenin en önemli özelliği Batı yanlılarının darbe yoluyla iktidara gelinebileceğine ve halka rağmen iktidar kalınabileceğini öğrenmeleri; Batı’nın ise bundan yüksek bir menfaat elde ettiğini görmesidir.(Ayrıca bu darbeyle İstanbul Rumları güç kaybederken Yahudiler kritik noktalara yerleşmeye başladı)
Batılılar ve Batı yanlıları, bu tarihten sonra hep aynı yolu denediler: Büyük çabalarla halkı ikna etme, halkın desteğini kazanarak iktidara gelme çabası yerine iktidarı zorla ele geçirme yöntemini benimsediler. Kendilerine karşı çıkan her yönetimi darbe yoluyla devirdiler, darbeciliği bir zevk, bir alışkanlık, bir kültür haline getirdiler. Halka ifade ettikleri darbe gerekçesi ne olursa olsun, darbelerden sonra daima Müslüman halka zulmettiler.
Saddam, darbeyle iktidara geldi; Sünni, Şii demeden nice âlim; Arap, Kürt, Türkmen demeden nice halkı katletti. Bugün Batı belgelerinde Saddam’ın Batı çıkarları için “dört dörtlük bir adam” diye kayda geçtiği tespit ediliyor. Esad darbeyle geldi; Batı, onun oğlundan bile vazgeçmek istemiyor, Mübarek hapisten kurtarılıyor. 12 Eylül darbecilerinin en öndeki isimleri bile doğru dürüst yargılanamıyor.
12 Eylül darbesi sözde sola karşı yapılmıştı. Ama meşruiyet için bir gerekçe olmazdı. Darbeden sonra pek çok şehirde zavallı öğrencilere karşı operasyonlar yapıldı. O operasyonların en ağırlarından biri Mardin İmam Hatip Lisesi öğrencilerine yapıldı. Hiçbir şiddet eylemi içinde yer almayan bir kısmı on sekiz yaşını bile doldurmamış öğrenciler aylarca Diyarbakır Cezaevi’nde tutuldu; solun üst düzey örgüt elebaşlarıyla aynı işkenceyi gördü. Bu darbeden ve 28 Şubat’tan sonra israil’le geliştirilen ilişkiler ise herkesin malumudur.
12 Eylül darbesinden sonra Siirt’te sakalı kestirilip Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen 12 Eylül’ün oluşturduğu ortamda büyüyen yöredeki sol örgütün yıllar sonra yoluna mayın döşeyip katlettiği Mele Ahmet’i rahmetle anarken sonuç olarak şunu söylemek mümkündür:
Batı için “The west is west, the east is east(Batı, Batı’dır; Doğu, Doğu’dur)” kuralı hala geçerlidir. Batı, kendi coğrafyasında darbeye karşıdır, İslam dünyasında ise darbecilik kültürü batı kaynaklıdır ve bu kültürü sürdürmek Batı için hala geçerli bir yöntemdir. Batı, İslam dünyasında çıkarlarını tehdit altında gördüğü sürece darbecileri desteklemeye devam edecektir. Batı’daki vicdanlı çevrelere seslenmek, Batı’nın ikiyüzlülüğünü ifşa eden girişimlerde bulunmak doğrudur. Ama Batı’nın İslam dünyasında darbe karşıtı olmasını beklemek, bu coğrafya yüzdeyüz Batılılaşmadıkça boş bir hayaldir.