Batı'nın neredeyse bir bütün halinde 15 Temmuz darbe girişimini desteklediği artık bilinen bir durum. Üstelik bu konuda Batı, neredeyse tek ses olmuş durumda. ABD, Almanya ve İtalya'nın adı öne çıksa da İngiltere ve Fransa'nın da darbeyi destekleme konusunda bu ülkelerin gerisinde kaldığı yok.
Batı, İslam âleminde terör ve darbeleri desteklemeyi yeni bir stratejiye dönüştürmüş. II. Dünya Savaşı'nın yenilenleri Almanya ve İtalya'nın öne çıkması da burayla ilgili. II. Dünya Savaşı sonrasında Batı dış politikasında söz hakkından yoksun bırakılan bu iki ülke, Batı'nın bu yeni stratejisini basamak yaparak Batı dış politikasında söz sahibi olmayı umuyor.
Batı, eskiden beri İslam âleminde darbeleri ve terörü desteklemiyor muydu? Son durum, “yeni” sıfatını nereden hak ediyor, diye bu tespite haklı olarak itirazda bulunulabilir.
Ne yazık ki mevcut durum, Batı'nın geçmişte kalan bu yöndeki tutumunu çok aşıyor. Onu gölgede bırakacak kadar ileri gidiyor. Geçmişte bu yöndeki Batı politikası daha lokaldı. Batı, sadece zorunlu bulduğu noktalarda kendi çıkarı için başka bir yol olmadığında terörü ve darbeleri destekliyordu. Yeni dönemde ise artık bu şart yok. Batı, İslam âleminde darbe ve terörü desteklemeyi temel politika haline getiriyor.
Öte yandan önceki dönemde ABD ve Avrupa'nın güçlü devletleri, İslam âleminde çıkarı ve o çıkarın korunması ile ilgili güvenliği öne çıkarırken Avrupa'nın zayıf hükümetleri ve ikinci devletleri diyebileceğimiz sivil toplum kuruluşları hatta devletten biraz daha özerk kılınan kimi devlet kuruluşları İslam âlemine insan hakları penceresinden bakabiliyordu. Batı o dönemde ikili bir tavırla kafa karışıklığı oluştursa da bu ikinci kesimin girişimleri Batı hakkında “insan haklarının yanında” imajı oluşturuyordu. Bunun anlaşılması için Filistin meselesini hatırlayalım. Bir yandan ABD, İngiltere ve Fransa'nın tavrı, öte yandan Filistinlilere kapılarını açan kimi Avrupa devletleri ve sistemin engellemeleri söz konusu olmadığında Batı'daki insan hakları kuruluşlarının Filistinlilerin haklarına dair söylemleri…
Benzer bir durumu, Suriye'de de yaşadık. 2011'de Suriye sorunu patlak verdiğinde pek çok Batılı kuruluş, Suriye halkının yanındaydı. Bugün o kuruluşlar en azından sessizlikleri ile açıkça BAAS yönetiminin yanındadırlar.
Batı için alarm noktası, Mısır'dı. Mısır'da iktidarını kaybetme endişesine kapılan Batı, bugüne kadar izlediği İslam âlemi stratejisini tamamen terk etti.
Batı, I. Dünya Savaşı'ndan sonra İslam âlemindeki çıkarlarını korumak için “ana bütün”le uyuşma ve çalışma stratejisi izledi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da bu stratejisini kararlılıkla sürdürdü.
Batı, İslam âleminde kendisiyle çalışan o dönemdeki siyasi yapılara bakarak, yüzyıllar boyunca kendisiyle savaşmış, kendisini Endülüs'te, Haçlı Seferleri'nde, Balkanlarda darmadağın etmiş bu “ana bütün”ün I. Dünya Savaşı'nda, önce Arap yarımadasında sonra İslam âleminin tamamında zorlandığı tutumla kendisine bağlanabileceğini düşündü.
Bu, Batı için İslam âleminin dize gelmesi gibi inanılmaz bir kazanımdı. Batı, bu kazanımı sürdürmek için çok şeye razı olabilir, çok şeye göz yumabilirdi. Ancak zaman, Batı'yı hayal kırıklığına uğrattı. O “ana bütün” fırsat buldukça hâlâ “ana bütün”dü, İslam âleminin sahibi ve savaş gücüydü. Başındaki kendisine benzemeyen idarecilerin Batı'yla uyumlu olmasını içine hiç sindirememişti. Zayıf olmasına rağmen her seferinde Batı'ya karşı direnme işaretleri veriyordu.
Yanı başında Sovyet Rusya varken “ana bütün”ün bu işaretleri hem cılız kalıyor hem de Batı tarafından görmezlikten geliniyordu. Batı, diktatörlerin ve kralların eliyle, itirazları bastırıyor; itiraz edenleri “siyasi mülteci” sıfatıyla hem Avrupa'ya hem Amerikan kıtasına kabul ederek onları asıl sahada (cephede) etkisizleştiriyor ve aynı zamanda onların gönlünü alıyordu.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra ise Batı'da iki akım öne çıktı: İslam âlemini, Batı'nın Sovyet sonrası asıl düşmanı olarak belirleyen “medeniyet çatışması” tezcileri ve “Tarihin sonuna geldik. Batı'ya artık karşı koyabilecek bir güç yok, biz İslam âlemindeki değişimleri “dinî talepler” diye okuyarak yanlış değerlendiriyoruz. Buradaki değişim talebi, sadece özgürlük talebidir. Biz, İslam âlemindeki özgürlük taleplerini liberalizme ya da artık imparatorluğunu kaybederek siyasi tehdit olmaktan çıkan sosyalizme yönlendirirsek İslamcılık dağılır, zayıflar ve dize gelir.” diyen “tarihin sonu”nun liberal tezcileri…
Bu ikinci tez, Batı'nın kulağına hoş geldi. Bunun için “Medeniyetler İttifakı Girişimi” dahi yapıldı. Bu girişimlerle ilgili görevlendirmeler yapıldı. Bugün devrilmesi yönünde ellerinden geleni yaptıkları Cumhurbaşkanı Erdoğan da o girişimlerde görev aldı. Bunun adı her ne kadar “ittifak” diye konmuşsa da aslında bu bir “ilhak”tı. “İttifak” sadece İslam âleminde olumlu bir algı oluşturmak için kullanılmıştı. “Tarihin sonu” tezcileri, çağdaş dünyada Batı medeniyeti dışında bir medeniyetin varlığına inanmıyorlardı. Onlar, İslam âleminin de liberalizm ve göz yumulabilir sosyalizm sayesinde “insan hakları ve demokrasi” bağlamında Batı ile buluşabileceğine, İslam âleminin bu “ortak payda”da eriyerek Batı ile bütünleşebileceğine, böylece Batı'ya yönelik bu son itirazın da sulhla sindirilebileceğine inanmışlardı. Bu düşünce, İslam âleminde Batı'nın “cinselliğin serbestliği” gibi ana hususlarında ama gerçekte İslam âlemini Batı'ya benzetecek hususlarda katı bir tutum içinde olmayan Müslüman siyasi güçlerin iktidarını desteklemek formatında siyasi yaşama yansıyordu. Bu tür partiler işbaşına geldikçe kuzeybatı Avrupa'da sosyalizme karşı iş gören sosyal demokrat partiler gibi iş görecek, yumuşak bir geçiş için zemin sağlayarak mükemmel bir eritme havuzu oluverecekti.
Ne var ki süreç, onların dediği gibi işlemedi. 2009'dan itibaren Türkiye'de Medeniyetleri İttifakı'nın örnek partisi konumundaki iktidar partisi, “Tarihin Sonu” tezcilerinin temel politikalarına aykırı adımlar atmaya yöneldi. Başarısız zina yasası, içki yasası düzenlemeleri girişimi… Peşinden daha köklü itiraz anlamına gelebilecek İmam Hatip Liselerinin sayısını artırılması, Kur'an Kurslarına kaydolmanın kolaylaştırılması ve sonraki yıllarda başörtüsünün tamamen serbest bırakılması...
“Tarihin Sonu” tezcilerinin liberal ideologları, iktidar partisinin yasakları dünyaya kabul ettiremeyince özgürlükleri suiistimal ederek Türkiye'de İslamcılığa taban kazandıracak girişimlere yöneldiğini iddia ediyorlardı. İktidar “dini özgürlük” iddiasıyla bizi aldatıyor, temelde getirmek istediği yasakları daha köklü bir şekilde getirebilecek toplumsal zemini hazırlıyor, diyorlardı.
Bu itiraz sürerken Mısır'da İhvan-ı Müslimin hareketi iktidara geldi ve “Tarihin Sonu” tezi de tarihe karıştı. Diktatörlüğün arkasından liberal özgürlük gelmemiş, İslam'ı hâkim kılma iddiasını açık açık dile getiren bir parti seçimleri kazanmış, öyle ki bu parti iç dinamiklerin de endişesiyle Medeniyetler İttifakı Girişimi'nin önemli ismi Erdoğan'ın uyarısına rağmen farklı bir tutum içinde olma yoluna girmemişti. Erdoğan ise onların bu tutumu karşısında kendilerine karşı tavır alacağına en açık şekilde onların yanında yer almıştı. (Erdoğan'ın bu tutumu da ana bütünün değişmeyeceğine ve eninde sonunda birbirine sahip çıkacağına onlar açısından delil oldu.)
Bu durum karşısında “Medeniyetler Çatışması” tezinin “Tarihin Sonu” tezcilerine yönelik “ütopyacı, hayalperest” değerlendirmesi Batı açısından fazlasıyla haklılık kazanmıştı. Onlar, İslam âleminin karakteri gereği, asla liberalleşmeyeceğine, İslam dininin siyasi olarak kriz yaşıyorsa da din olarak henüz ilk yüzyılı kadar diri olduğuna inanıyorlar ve İslam'a karşı tek tutumun “tedbir” olması gerektiğini düşünüyorlardı. Mısır'la birlikte tartışmayı onlar kazandı, Türkiye'de de darbe başarılı olsa mutlaka görünecek olan Tony Blair Mısır'da göründü. Ortalıkta görünen Tony Blair bile olsa gerçekte Bernard Lewis'ti. Medeniyetler Çatışması tezine fikir babalığı yapan, Lewis'e göre İslam âlemindeki “ana bütün” asla yola gelmezdi. Batı'nın işbirliği yapması gereken bu “ana bütün” değil, İslam âlemindeki etnik ve mezhebî azınlıklardı.
Batı, neredeyse yüzyıl diktatör ve krallara teslim etmesine rağmen dize getiremediği “ana bütün”ü içindeki oranı ne olursa olsun etnik ve mezhebî azınlıkları destekleyip karmaşıklık, istikrasızlık içinde tutarak darmadağın etmeyi seçmişti. Bu seçimin sahadaki karşılığı terör ve darbelerin desteklenmesidir.
İlk işaretleri eski İngiliz sömürgesi topraklarda Mısır'da ve Pakistan'da verildi. Kimse seçimle iş başına gelen Mürsi'nin haklarından söz etmezken darbeci Sisi, Batı'nın başkentlerinde bir kahraman gibi karşılandı.
Amerika, İngiltere'nin geçmişten bugüne geliştirdiği politik tutumun aksine, bu değişime kadar İslam âleminde etnik azınlıklar ve uç siyasi muhaliflerle hiç ilgilenmedi, onların içinden çıkan yapılar, Batı'ya yakın da olsalar Washington'a ayak basamadı. 2011'den sonrası Washington ise adeta onların karargâhı haline geldi. Amerika, “ana bütün”ün huzurunu bozacak her tür azınlığı ve muhalifi özenle buluyor ve onların terör kapsamına girebilecek etkinliklerini istikrarı bozmaları şartıyla destekliyordu. Hatta ABD, İslam âlemindeki çıkış noktası ne olursu olsun bütün küçük şiddet yapılarını değişik devlet ve kurumlar üzerinden büyütecek bir yola girdi. Bu şiddet yapıları, onun için, ana bütünü istikrar içinde geliştirecek şahsiyet ve gruplara yönelik bir suçlama imkânı olarak bulunmaz bir işlev görüyor. Politikasını onlar üzerinden halkına açıklıyor. İslam âleminde kime düşmanlık yaparsa, kamuoyuna o şahsiyetlerin o gruplara destek verdiği imajı oluşturuyor.
Son bir iki yıllık vakalarla birlikte işte 15 Temmuz'un arkasındaki politika budur. Bunu anlamazsak ne MİT tırlarını anlarız ne Diyarbakır'da mutedil Müslümanların İŞİD destekçisi diye linç edilmesini anlarız. Ne Aytaç'ın şehadetini anlarız ne de Erdoğan düşmanlığını…