17 Ağustos 1999 depreminden yaklaşık bir ay sonra Ankara'da elinde bir pazar çantası bulunan bir adam, minibüse bindiği gibi, oldukça yüksek bir sesle depremi konuştu. Üzerindeki hafif pörsümüş kıyafeti daha çok bir kostümü andırıyordu. “k” sesini “g” olarak söyleyip Ankara ağzına benzettiği Türkçesi ara ara dalgalanıp komut veren bir İstanbul Türkçesine dönüşüyordu. Her gün tıraş olduktan sonra birkaç gündür ihmal edilmiş görünen yüzünün hatları ile pörsümüş kıyafeti arasında uyum yoktu. Elinin parlak telli görüntüsü, bu eller ilk kez bir pazar çantası taşıyor der, gibiydi. Çantası hafif kabacaydı, içindeki bir nesne yine pazardan gelen kasabalılara özgü bir örtüyle örtülmüştü. O an ne olduğunu düşünmedim ama araya zaman girince o çantada bir dinleme cihazının olabileceği kanaatine vardım.
Pazar çantalı adam, sonradan tahlil edip anladığım kadarıyla depremle ilgili alttan alta bir anket yapıyordu, o dönemde depremle Gölcük'teki bir askeri tören arasında kurulan ilginin halk tarafından nasıl karşılandığını anlamaya çalışıyordu.
“Depremin doğal bir sebebi vardır, o sebepler gerçekleşince deprem olur” dedi adam, “Oysa içimizdeki bazı ahmaklar, bunu ordumuzla ilişkilendirmeye çalışıyor. Bunu Kur'an'a yapılan saygısızlıkla ilişkilendiriyor, ne tuhaf değil mi?” diye de ekledi. Eklemez olasıca… Daha sözünü bitirmeden önce minibüsçünün, sonra yanındaki orta yaşlı adamın öfkesinin merkezine oturdu. “Haydi oradan lan dedi!” kaba bir Ankara Türkçesiyle minibüsçü… “Siz…Siz…” diye başladı, devamını getirmeden yanındaki orta yaşlı adam sözü sürdürdü: “Batıyorsunuz lan dedi, bir de bizi, bu Türk milletini kendinizle batırıyorsunuz, yeter be defolun gidin bu memleketten.”
O esnada sürücünün eli, hafiften koltuğunun altındaki sopaya uzandı, bir yandan da dili işledi: “Söylesene be adam, biz miyiz kafasız, siz misiniz? Ulan, denizci olacak subaylar israil askerleri ile birlikte, o gece Gölcük'te değil miydiler? Kur'an'ımızı ayaklar altına almadılar mı? Kimi kandırıyorsunuz, bütün bunlar yalan mı? Bir de buna hâlâ Türk ordusu diyeceksiniz ha!” diye bağırdı. Sürücünün sözü bitmeden adam yerinden kalktı, kapıya yanaştı, “İneceğim ben” dedi. “Sana söyleyeceklerimiz vardı. Ama hadi in git!” dedi sürücünün yanındaki. Adam, indikten sonra bir elindeki çantaya, bir minibüse bakıp kıs kıs gülüyordu. “İnip dövelim mi ağabey?” dedi sürücü yanındaki adama. Adam “Belasını bulacak bunlar, vatan hainleri, israil uşakları, bırak gitsin” deyip sürücüyü sakinleştirdi. Sonra ikisi bir arada “Kimdi acaba bu ş…siz?” diye sordular birbirlerine. “Kim olacak, kendince adam yokluyorlar hâlâ” diye cevap verdi yanındaki, Ankara insanının istihbaratçı eksperi bilmişliğiyle.
28 Şubat'ın ağır etkisi altında halkla ordu arasına giren mesafeyi her kim iseler o anketi yapanlar herhalde fazlasıyla anlamışlardı. Minibüste az kişi vardı ama olanların da tamamı sürücü ve yanındakinden yanaydı. Halk doğru veya yanlış, ordunun kendi değerleri ile ilgili menfi duruşunu anlatan her tür hikayeye inanıyor; başına gelen doğal bir felaketi bile ordunun olumsuz tavrıyla açıklıyordu. Belki çok az kez askeri üniforma, o günlerde olduğu kadar halka uzak kalmıştı. Bu durum, medyaya yansıyor, yer yer siyasetçiler tarafından da konuşuluyordu. “Buna nasıl çözüm bulunur?” diye soruyordu herkes. Bulunan çözüm meğer FETÖ imiş. Yazık oldu. Ama Amerika'ya o kadar bağımlı hâle gelmiş, ekonomik olarak ayakta duramayan, İMF'den para dileyen bir Türkiye, başka bir çözüm deneyebilir miydi? Bundan emin olabilecek çok kişi de yoktu herhalde…
Türkiye'de FETÖ'cüler ve geçmişte onların rolünü oynayan bir iki küçük yapı dışında herhalde az çok değerlerine bağlı herkes geleneksel olarak Amerikan karşıtıdır. Sovyet tehlikesi döneminde bile mütedeyyin halk “Şu İngiliz gâvuru Amerikalı Rus'tan beterdir ama ne eyleyeceksin?” diyebilecek kadar Amerikan karşıtıydı. Bu halkın çocukları, NATO'cu bir yapının tornasından geçirilmeden NATO eğitimine verilebilir miydi?
Türkiye, özellikle havacı kurmay subaylarını NATO eğitimi çerçevesinde Amerika'ya gönderiyor, Amerikalılara eğittiriyor. Amerika'ya Amerikan düşmanı çocuklar gönderilebilir miydi? Gönderilseydi bundan nasıl bir sonuç alınırdı?
Bütün bunlar hesaba katılmış mıdır, yoksa subay adayı deyince peşinen Amerika'yla uyum içinde çalışacak kişiler mi alınmıştır, bunu bilemeyiz. Ama bulunan çözümün neticesi de ortadadır. Amerika, Türkiye'nin kendisine ekonomik olarak ve diğer yönlerden muhtaç olmasını ordusu üzerinden operasyon yapabilme imkânı olarak değerlendirmiş, ihtiyaç duyduğu gün bu imkanı Türkiye'nin başına ne gelecekse gelsin fütursuzca kullanmıştır. Bu imkânı elinde bulundurduğu sürece kullanmaya da devam edecektir.
Bu konuda Amerika'yı kınamak, en çok şeytanı şeytanlığından dolayı kınamak gibi bir şey olur. Kınamak, Amerika açısından bir davranış değişikliği meydana getirmez. Amerika, nihayetinde kendi çıkarını düşünecektir. Üzerinde etkili olduğu bir orduyu o ordunun ait olduğu ülkenin çıkarına göre değil, Amerikan çıkarlarına göre yönlendirecektir.
Amerika, darbeyle amaçlarının en az bir kısmına ulaşmıştır. Bundan sonra kaybetmesi ise ancak Türkiye'nin kendisiyle Amerika'nın arasına mesafe koymasına bağlıdır. Bu da orduyu her şeyden önce eğitim konusunda Amerika'ya bağımlı olmaktan çıkarmakla mümkündür.
Eğitim, ordunun tutumlarında bu kadar mı etkili, diyeceksiniz. Eğitim, elbette tek etkileyen değildir ama galiba etkileyenler arasında birinci sıradadır. Bugün böyle olduğu gibi dün de böyleydi. Nitekim 31 Mart Vakası'nı bastıran darbeci Harekat Ordusu'nun ünlü komutanı Mahmut Şevket Paşa bile subayların siyasete müdahalesinden rahatsız oluyor ancak onların bu girişimlerine “ayar vermek” için ordunun eğitiminde görev alan Alman General Von Der Goltz'e “Subayları siyasetten uzak tutma konusunda ikna edin” ricasında bulunmak zorunda kalıyor.
Türkiye, kendisini bugün dünden çok daha güçlü hissediyor. Bu gücünü, bağımsızlaşma yönünde kullanacaksa bunun yolu, ordunun ABD'den öncelikle mühimmat açısından olduğu kadar eğitim olarak da bağımsızlaşmasından geçiyor. Ordunun bağımsızlaşması, her şeyden önce subayların ABD eğitiminden geçmemesini gerektiriyor. Zira o eğitim, subaylara bir şekilde “Ülkenizin çıkarı ABD ile uyumlu çalışmaya bağlıdır. ABD'den kopuş sizin felaketinizdir” düşüncesini dikte ediyor. Bunun etkisinde kalan subaylar, ülkenin ABD siyasetinden koptuğunu görünce bunu bir uyarıya ihtiyaç duymadan bile ülkeleri için felaket olarak görebiliyor.
Ama ordu reformunda ABD'den bağımsızlaşma, meselenin sadece bir yönüdür. Türkiye'de FETÖ mensuplarının nüfusa oranı yüzde birin çok altındadır. Oysa ordudaki FETÖ'cü oranı için yüzde ellinin bile üzerinden söz ediliyor. Bu, normal bir durum değil. Geçmişte de Kemalistlerin nüfusa oranı sınırlıydı. Ama Kemalistlerin ordudaki oranı yüzde yüze yaklaşıyordu.
Bu anormal duruma her yönüyle son verilmek isteniyorsa toplumun bütün kesimlerinin ordu yönetimine yansıması sağlanmalıdır. Ordu, Amerika'nın taleplerini değil, halkın ortalamasını yansıtmalıdır.
Selçuklu Dönemi'nde bulunmayan, Osmanlı Dönemi'nde rahatsız edici boyutlara ulaşmayan bir bölgesel kota vardır subay alımında. Cumhuriyet Dönemi'nden bu yana ise sıkıca uygulanan bu kota, ordu –halk benzerliğini ihlal eden ve orduda dengenin oluşmasını engelleyen en önemli hususlardan biridir. Aidiyet konusundaki problemlerin de önemli bir kısmı buradan kaynaklanmaktadır. Yeni dönemde buna kesinlikle izin verilmeyecekse gerçek bir ordu reformundan söz edebiliriz. Aksi hâlde subayların tamamı İmam Hatip mezunu da olsa beklenen sonuç elde edilemeyecektir.