15 Temmuz Süreci, üzerinde özenle durulması gereken bir konu. Bizde genellikle vaklar, tahlil edilmeden anılır. İnşaallah 15 Temmuz da aynı akıbete uğramaz. Bu zaferin tersine çevrilmesi yönündeki çabalar konunun tahlilini daha da önemli kılmaktadır.
Pazar günü Diyarbakır'da Özgür-Der'in Diyarbakır'da düzenlediği “15 Temmuz Sonrası Türkiye'de Yaşanan Siyasal ve Sosyal Değişimler” konulu bir forum düzenlendi. Forumda “Yeni Dönemde Türkiye'nin Din Politikaları ve Dinde Yenilik Tartışmaları” başlığı altındaki üçüncü oturumda konuyla ilgili şu hususlara-mealen- dikkat çekmeye çalıştım.
17-25 Aralık sürecinden sonra alınan kimi önlemlere rağmen, 15 Temmuz'da devletin önemli kurumları darbeci olarak sahadaydı. Onlara halk karşı koydu. Ne var ki 15 Temmuz'dan sonra ekranlarda sanki halk darbe yapmış da devletin kurumları bunun önüne geçmiş gibi bir algı oluşturuldu. Bizdeki modernist bir anlayışla devletle halk hep karşıtmış gibi konumlandırılmış. 15 Temmuz'dan sonra halkın güçlendirilmesi beklenirken bu anlayış doğrultusunda devletin kurumlarını güçlendirmeye dönük bir süreç başladı.
İkincisi FETÖ, dindar bir yapı olarak göründüğü hâlde, siyasi alanda hiçbir zaman kendisini “İslamcı” olarak görmedi. Aksine Gülen, kendisini Kasım Gülek'le ilişkilendirdi. Kasım Gülek'in CHP'nin eski genel sekreteri olması bir yana babası bile Adana İttihat ve Terakki il başkanlığı yapmıştır. Gülen, kendisini ilişkilendirdiği diğer bir isim CHP'nin 1950 öncesi son başbakanı Şemsettin Günaltay'dır. Öte yandan Gülen'in ABD'deki kefilleridir CIA'nın kıdemli şefi Graham Fuller'dir, Evanjelistlerdir.
Ama televizyon ekranlarında FETÖ, “ideal cemaat” gibi tarif edildi. Cemaatlerin, camiaların hatta tarikatların varacağı yer eninde sonunda burasıdır, her cemaat FETÖ olmaya adaydır, türündeki bir algı operasyonuyla FETÖ'nün darbeci yanı cemaat olma yanıyla ilişkilendirildi. Peşinden tarikat-cemaat farkı gözetilmeden Türkiye'de bütün İslamî yapılara yönelik bir itibarsızlaştırma operasyonu başladı.
Bununla birlikte güvenlik soruşturmaları dindar kesimin aleyhine işletilmeye başlandı. Hiçbir dönemde görülmemiş bir şekilde tıp fakültesinden mezun olan kimi gençler dahi göreve başlatılmıyor. Bu endişe verici bir durumdur.
Dinde yenilik tartışması, bu ortamda Sayın Cumhurbaşkanı tarafından başlatıldı.
Din, problemlerin çözüm kaynağıdır. Bizde dinin bir problem olarak öne sürülmesi 19. Yüzyılda gündeme gelmiş. 20. Yüzyılın başında bu görüş daha çok dini kurumların yasaklanması yönünde işletilmiş. Dinde reform ise İslam için çok az konuşulmuştur. Dinî kurumların yasaklanmasına cesaret edilmiş ama dinde reformdan söz edilmesine cesaret edilememiştir.
Sayın Cumhurbaşkanının kimliği ve duruşuyla dinde reformu kastettiğini hiç düşünmüyorum. Böyle bir husus söz konusu bile olamaz.
Belki burada düşünülen İslamî Sivil Toplum'un daha fazla devletleştirilmesidir. Bu da netice vermez. Zira bizde İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik'te görülen ve hep devam eden İslamî sivil toplumun kendisini devletin bir miktar dışında tutma çabası köklü bir gelenek oluşturmuştur. Bu, devlete düşman olmak veya devletin karşısında olmak değildir ama kendini bir tür otonom tutmaktır. Bundan sonra da bu bir şekilde devam edecektir.
Meselenin ikinci kısmına gelince;
Bizde çağın problemleri karşısında öze dönüş, Asr-ı Saadet'le buluşma, tarihsel sürecimizi atlayarak Asr-ı Saadet'e gidiş olarak anlaşıldı. Bu, bizi hep tecrübeden yoksun bıraktı.
Bizim yenilenme hususunda yaşadığımız tarihsel süreç şudur: İçtihadın kapısı, Müslümanların bütün sorunlarının çözüldüğü, bundan sonra kimilerinin içtihat adına ifsat yapabilecekleri gibi gerekçelerle fiilen kapatıldı. O kapı kapandıktan sonra bizde “İçtihatsız İhya Süreci” başladı. Ne var ki o sürecin birikimi, zamanla kimi problemlerimizi çözemez bir noktada kaldı. Allah rahmet eylesin Şayh Veliyullah Dehlevî bu konuda önümüzü açmak için gayret gösterdi. Ama onu da iyi değerlendiremedik.
Farkında değiliz; ama çağın sorunları karşısında bir tıkanma yaşıyoruz. Bu da bizde tabii bir sekülerleşmeye yol açıyor. Batı'daki anlamıyla “Sekülerler”in dine daha fazla müdahalesine imkan veriyor. İşte böyle bir ortamda Sayın Cumhurbaşkanı dinde yenilikten söz ediyor, Sayın Başbakan da bunu teyid edecek beyanatlarda bulunuyor. Peki ulema nerede? 19. Yüzyılda yaşadığımızda bundan başkası değildir. O günde sultanlar iyi niyetle eğitimi ıslah etmek istediler, ne yazık ki biz ilmî birikimi ortaya koymayınca devreye Batı'dan ithal danışmanlar girdi. Sorunlarımızı kendimiz çözmek durumundayız aksi hâlde tıkanmalar bizi farklı noktalar götürür.
15 Temmuz sonrasında “İslamcıların” dairenin dışına atılmaya çalışıldıkları, bir tür iflah olmaz muhalifler olarak tarif edildikleri doğrudur. Ama “İslamcılar” da galiba iktidar olmayı pek benimseyemiyorlar. Hâlâ devletteki vazifeleri, “kirleniriz” korkusuyla başkalarına bırakma eğilimindeler. Bu da onları kendi açılarından iflah olmaz muhalifler konumuna sürüklüyor. Hem yönetmek istemeyeceksin, hem yönetenleri durmadan eleştireceksin. Bu, problem oluşturuyor.
Bizde idareci olmakla kirlenmek neredeyse eş anlamlı kabul ediliyor. Bu da idarenin haram lokmayla bir tutulmasına yol açıyor. Hatta idareci olanları doğrudan o tarafa meylettiriyor. Bizim hem iktidar olmayı hem iktidarın dışında kalmayı, hem idareci olmayı hem haram lokmadan uzak durmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Türkiye'de İslamcıların iktidar olmakla kirlendikleri görüşüne de katılmıyorum. İslamcılar iktidar olmadılar ki kirlensinler. Sayın Cumhurbaşkanının kimliği İslamcıların iktidarda olduğu anlamına gelmez.
Aynı şekilde İslamcıların milliyetçileştikleri de doğru değildir. Politik söylemde milliyetçiliğin öne çıktığı doğrudur. Ama İslamcıların milliyetçileştiği doğru değildir. Piyasada daha çok bürokraside görev almış bir takım kendini 2010'lardan önce asla İslamcı görmeyen, sonra İslamcı gibi gösteremeye çalışan mukaddesatçı kişilerin söylemine bakılarak İslamcıların milliyetçileştiğini söylemek yerinde değildir.
Öte yandan 15 Temmuz'da milliyetçilerin sahada olması çok kıymetlidir. Mısır'da bu sağlanabilseydi sonuç çok farklı olurdu. Batı, milliyetçileri kendi cephesine çekerek üstünlük sağlamak peşinde. İslamcılarla milliyetçileri sürekli karşı kutuplar gibi konumlandırmak buna hizmet gibi bir problem oluşturuyor. Bundan sakınmak gerekir.
Kanaatimce İslamî kesimlerin asıl problemi kapitalistleşmektir. Artık, toplumun çoğunluğuna kapalı korunaklı sitelerde yaşıyoruz. Toplumun sorunlarını hissetmiyoruz ve bu aynı zamanda bizim değişim talebimizi olumsuz etkiliyor, bizi olanla yetinme hatta olana sahip çıkma noktasında bırakıyor.
15 Temmuz'da meydanlarda sadece “İslamcılar” veya “Beyazıt ruhu” yoktu. Tarikatlar da oradaydı, hep birlikte o girişime karşı koyuldu.
İhtilaf yerine ittifakı öne çıkarmak, ittifak şemsiyesini geniş tutmak hepimiz için hayırlı olur. Bizi güçsüz kılan ihtilaftır. Batılıların bizimle ilgili tespitleri de budur.
Kardeşlikten ürkmemek gerekir.