Başarısız darbe girişimi gibi son derece kelepir bir siluetle değil, destan diye vasfedilmesi gereken 15 Temmuz zaferi üzerinden üç yıl geçti.
Arada seçimler, referandumlar, ittifaklar, operasyonlar, tasfiyeler, güvenlik soruşturmaları ve ekonomik daralmalar gibi ciddi gündemler oldu.
Ve maalesef o kadar zaman geçtiği halde 15 Temmuz destanı, henüz hak ettiği biçimde coğrafyanın medeniyet ve kültür tarlasına ekilemedi, hakiki manada ürünü hasat edilemedi.
En başta, meş’um ihanet, uluslararası güçlerin organize ettiği bir saldırı olduğu halde, ne yazık ki yine aynı uluslararası güçlerin kavramlarıyla yorumlandı. “Allahuekber nidalarıyla meydanlara inenler ne der?” “Yakınını şehid bilerek şefaatlerini umanlar ne der?” “Kurşunlara göğüslerini siper edenler, Allah için serden, anadan yardan geçenler ne der?” soruları üzerine inşa edilmesi gereken bir hassas lügat yerine, “modern batı dünyası ne der?”, “demokrat müttefiklerimiz ne der?” biçiminde pespaye bir kuşdiliyle adeta zaferin nişanları söküldü.
Oysa Mevlâ, kendi içinde parça parça olmuş, belli mevzularda bir araya gelmenin hayalini kurmayı dahi israf addeden bir coğrafyaya devasa bir lütufta bulunmuştu. Belki de son asırda ilk defa bu kadar farklı kulvarlarda yürüyenler aynı meydanlarda bir araya geldiler. Düşmanlarının aynı olduğuna dair kabulleriyle, ayrıldıklarında ağrıyan yanlarının bir an iyileştiğini fark ettiler.
Ve ilahi takdir, o gece katına aldığı ruhları birçok farklı kanaat çevresinden seçerek onları bu meseleye şahitler kıldı. Ama bu ihsan da, yaratan Rabbimizin adıyla okunması gerekirken reel politiğin gözlüğüyle okundu.
Arkalarına, ABD, AB ve yakınlardaki taşeronları, yanlarına ise nice emniyet, yargı ve diğer sivil unsurları almış, aktif ve pasif bileşenleriyle çoğu subay on binlerce askerin, yüzlerce tank, zırhlı araç, uçak ve helikopterle giriştiği bir darbeden söz ediyoruz.
İnayet-i ilahi ile bu saldırıyı püskürten halk, yöneticilerine muazzam bir kredi verdi ve dedi ki: “korkma! diyen benim, marş benim, asker benim, Hak üzere olursan yol da, yolcu da benim, ocak ta köz de benim..”
Şimdi bu ahdin tesellümü gözden geçirilmeli ve mesela şöyle denmeli: “Üç yıl önce verdiğiniz mesajı adalet ve hakkaniyetle aldık. Bu memleketin sadece maddi sahasına değil, manevi alanına kastedenlere de engel olacağız. İtikad, ahlak, aile, gençlik ve farklı aidiyetlerin zenginleştirdiği toplum yapısı gibi tüm öğeleri koruyacağız. Selâ okurken kalbimize ruh veren salavatlarını, şevkimize, heyecanımıza, şecaatimize vesile kıldığımız Hazreti Muhammed Mustafa(sav)’in sünnet-i seniyyesiyle planlanmış bir dünya kuracağız.”
Elbette ki, bu süreçte böyle bir tavrın hiç gösterilmediğini söylemek bîinsaflık olur. Zira son zamanlarda, üzerinde emperyalizmin, ciddi gerilim oluşturduğu S 400 ve Doğu Akdeniz’deki pozisyon gibi hususlar bile 15 Temmuz Zaferiyle gelen güvenin eseridir.
Ancak bu göz kamaştıran zafer, hata ve ihmalleri de net olarak gösteriyor. Rabbimizin böyle apaçık bir yardımına mazhar olmak, aslında büyük bir makama erişmeyi de ifade eder. Ve bu makam, artık az miktardaki zaafı, hafifliği, gevşekliği ve korkaklığı dahi kaldırmaz.
Hâsılı, bu ülke üç yıl önce, 15 Temmuz zaferiyle öyle büyüdü ki, küçük rüyalar göremez, çocuksu oyunlar oynayamaz, önceki gibi başkasının mandası, payandası, hizmetçisi, uzantısı, emir eri, bendesi filan olamaz. Eften püften konularla meşgul edilemez, Ezanların, Selaların, Camilerin, Tarihin ve Ümmetin kendi üzerine yüklediği sorumluluktan sapamaz.
Ve bu destanı, bu zaferi çaldıramaz, unutturamaz, kıymetten düşüremez.