On, on beş bin nüfuslu bir Anadolu ilçesinde geçti çocukluğum. Aradan geçen yirmi yıla rağmen şu an bile düşünüyorum da mahallemizdeki yüzlerce evde kimlerin yaşadığını bir bir hatırlıyorum. Bayram günleri elimizde şeker poşetleri bütün evleri tek tek dolaşmamız… Tek katlı veya iki katlı müstakil evler, hemen hemen her evin önünde küçük bir bahçe… Farklı farklı ağaçlar, günümüzün moda tabiriyle yeşil alanlar, ayağımızı basabildiğimiz toprak, yağmur yağışında hissettiğimiz ıslak toprak kokusu…
Denebilir ki küçük bir kasaba, hele büyük şehirlere gel. Yok, öyle değil! Nitekim daha sonra üniversite tahsiline geldik, tescilli otuz büyükşehrimizden birine. Şu an bile doğallığını pek kaybetmemiş, Anadolu'nun mahalle kültürünü bize hissettirmeye devam eden kenar mahallelerinde ikamet ettim bir süre, çocukluğumda yaşadığım hissiyatla.
Ama ne yazık ki tüm Türkiye gibi ikamet ettiğim şehirde, TOKİ ve ihtiraslı müteahhitlerin el birliğiyle değişiyor, dönüşüyor; bize, kültürümüze, Anadolu'muza yabancılaşıyor. Erdem Beyazıt'ın bir şiirinde ifade ettiği gibi:
“Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme
Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar
Gidip gelmelerim bu dar sokaklarda”
İnsanın çevreyi etkilediği gibi çevre de insanı etkiliyor sanırım. Betona boğulmuş kentlerimiz bizden çok şey alıp götürüyor gibime geliyor.
Beled suresini bilirsiniz; beled, belde, şehir anlamında. Müfessirler, Mekke mi, Medine mi, Kudüs mü olduğu konusunda ihtilaf etmişler. Kim bilir belki de yüce Allah her insan için kendi yaşadığı şehri, beldeyi kastediyordur.
Peygamberin Yesrib'i Medine-i Münevvere çevirebildiği gibi bizler de yaşadığımız, mücadelemizi sürdürdüğümüz şehirleri birer medine-i İslam'a dönüştürebildik mi? Yoksa kendi medinelerimizden bîhaber, “Medine'ye varamadım” ilahileriyle mi avunuyoruz?
Medine-i Peygamberden başlayarak Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar' da yeni bir şehir, yeni bir belde oluşturulurken merkezî noktada hep bir cami, bir mescit bulunurdu. Sonra ikinci, üçüncü halkalar: külliye, han, çarşı, pazar… Ya şimdi, hayatımızın merkezini alışveriş ve eğlence merkezleri almadı mı?
İslam şehir medeniyetinde yatay genişleme seyreden, bol ağaçlı, yeşil alanlı şehirleşme anlayışı hâkimdi. Ne yazık ki Batılılaşmayla beraber Batının her şeyini taklit ettiğimiz gibi mimarisine de öykündük. Koca bir mahalleyi on beş, yirmi katlı beton yığınlarına gömerek uygarlaştığımızı sandık. Değil her daireye bir ağaç, belki elli daireye bile bir ağaç düşmez oldu. Medeniyetimizde bahçeleri süsleyen çeşit çeşit çiçekler ve yeşillikler, yerini Batıdan devşirme çime bıraktı, yeşilin donuk bir tek tonuna. Zihnimizdeki yeşil alan algısı adeta çime indirgendi.
Turgay Aldemir'in dediği gibi bugün ruhsuz, sevgi ve muhabbetten yoksun beton yığınlarının mahkûmu olduk. Ailenin temel yapı taşı olan dede, nine, komşu gibi kavramlar hayatımızdan çekildi. 2+1, 3+1, 4+1 kutu kutu dairelere ruhumuzu, bedenimizi hapsettik. Bu modern TOKİ tipi, kapitalist müteahhit tipi cezaevlerinde komşuluktan, misafirlikten, eş dosttan uzak, tecrit edilmiş yaşam alanlarına tıkıldık.
Bu gidişat, bu yaşam tarzı böyle devam ederse korkarım ki yakın bir gelecekte kapısını çalacağımız bir komşu, hasbihal edeceğimiz bir dost, ayak basacağımız bir toprak, gölgeleneceğimiz bir ağaç mazide kalmış tatlı bir hatıra olacak, acı acı hatırlayacağımız.