Aslında bu sorunun cevabı 1921’den günümüze kadar yapılan bütün anayasalarda var: Dolayısıyla eğer anayasa esas alınırsa, böyle bir soru da anlamını yitirmektedir. İşte sorun da buradan başlıyor.
TBMM ve resmi kurumlar başta olmak üzere birçok yerde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü yazılıdır. İlkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim-öğretim kurumlarında beyinlere dikte edilen cümle de budur. Bu söz teorik de olsa aynı zamanda bağlayıcı bir hükümdür. Fakat pratikte bunun bir karşılığı var mı, işte hala ilk gündeki gibi cevabı verilemeyen soru budur. Çünkü bu sorunun sorulması kadar dikte edilenden farklı bir cevap verilmesi de ciddi bir bedel gerektirir.
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ülkelerde işleyiş şöyledir: Önce işinin ehli olan şahsiyetler tarafından toplumun temel değerleri de esas alınarak bir anayasa hazırlanır. Akabinde de bu anayasa halkın iradesine arz edilir. Eğer halkın çoğunluğu hiçbir etki ve baskı altında kalmadan kendi özgür iradesiyle “evet” derse, o ülkede milletin egemenliği kayıtsız ve şartsız bir şekilde tecelli etmiş demektir. Bildiğimiz gibi, Türkiye’deki bazı anayasalar TBMM tarafından yapıldılar ve bazıları da hazırlandıktan sonra halkın onayına sunulup, bir bakıma kabul ettirildiler. Ancak bunların herhangi birinin milletin iradesinin tecellisi olduğunu söylemek mümkün değildir! Daha açık bir ifade ile hiçbiri milletin özgür iradesinin tecellisi değildir. Atatürk’ün, bazı ilkeleri halka rağmen anayasaya koyması ve gerek görüldüğünde zor kullanılması gibi durumlar mevcut. Tabi Halefleri de bu kez Atatürk adına aynı yönteme başvurmaktan geri kalmamışlardır.
Türkiye’de egemenliğin hiçbir zaman milletin olmadığı iddiasını doğrulayan diğer delil de, anayasaya konulan, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleridir. Seçimle gelmiş bir hükümet bile, anayasaya bir eklemede veya çıkarmada bulunmak yahut bir maddeyi değiştirmek isterse, bunları bu “değiştirilemez” maddelerin ruhuna uygun yapmak zorundadır. Çünkü bu maddeler milletin ve onu temsil eden hükümetin iradesinin de üstündedir. Dikkat edilirse, burada bir kutsallık vardır. Kutsallığın her zaman bir dinden geliyor olması veya bir dine dayandırılması gerekmez. Bazen kimi şahıslar –Nemrut ve Firavun gibi-kendilerini kutsal olarak dayatırken, bazen de insanlar inandıkları kişileri kutsarlar. Toplumlar da kendi hayatlarını bazen ihtiyari olarak bazen de dayatmalar sonunda zorunlu olarak kutsal gördükleri şeylere göre düzenlerler. Bu ve benzeri nedenlerden ötürüdür ki, kimi topluluklar anayasalarını inandıkları dine-ilaha dayandırırken, kimileri de aralarından çıkan bazı şahıslara ve o şahısların öğretilerine-yasalarına dayandırırlar. Her halükarda önemli olan, bir ülkedeki anayasanın oradaki halkın iradesinin bir tecellisi mi veya onun iradesine rağmen mi olduğudur. Bunun da sağlaması kolaydır. Şöyle ki: Çoğunluğu Yahudi, Hristiyan, Müslüman veya Atatürkçü yahut Budist olan bir toplumda eğer anayasa kısmen dahi olsa o toplumun temel inançlarına aykırı ise, orada bir çelişki var demektir ve dolayısıyla halkın egemenliğinden söz edilemez. Çünkü hiçbir toplum kendi inancını ve temel değerlerini dışlayan bir anayasayı gönül rızasıyla onaylamaz.
Yani bunu iddia edenler yalan söylüyordur. Türkiye’de de egemenliğin kayıtsız ve şartsız kime ait olduğu bu yöntemle öğrenilebilir.