“Amerika, Ankara’daki bir LGBT derneğine 22 milyon dolar aktardı!” Bu cümle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ait.
Hemen belirtelim; ifsad çabalarının merkezlerine dönüşen “Kadın, cinsiyet, eş cinsiyet, cinsiyet eşitliği” odaklı şebekelerin dışarıdan yapılacak YARDIM dahil her türlü ifsad edici faaliyetleri yasal zemine dayanmaktadır. “İstanbul Sözleşmesi” ve uyarlanan yasalar bu zeminin kilit taşlarıdır.
Uzun süredir genel ahlak kurallarını alt üst eden çabaların toplumsal tepkiyi bertaraf etmek açısından belli bir kıvama getirildiği görünmektedir. Mesafe kat edişleri, arkalarına aldıkları zırh gibi yasal zemin olduğu kadar, Ankara’daki LGBT derneğine yapılan yardımın resmi ağızdan ifşa edilmesinde olduğu gibi bu projeye aktarılan beynelmilel finansal desteklerle sağlanmaktadır.
Sapkınlık projelerinin üzerine kurulu olduğu “Cinsiyet” olgusunun dolara endekslendiği bu süreçte, projenin diğer bir ayağı da dini değerleri ve bu değerleri ayakta tutan dini kurumları itibarsızlaştırmak olmalıdır.
Dini değerleri ve dini kurumları yıpratarak bertaraf etme çabaları söz konusu olduğunda “dayanışma cephesi” olağanüstü bir şekilde genişlemekte ve geleneksel politikalardan olan “İrtica ile mücadele” kıvamında bir cepheye dönüşmektedir.
Dikkat ederseniz o cepheye dönük refleksler “Sapkınlık ve Dolar desteği” üzerine kuruludur. Son dönemde dini yapılara dönük başlatılan itibarsızlaştırma ise “Cinsel istismar ve tarikatlara/cemaatlere/derneklere/vakıflara akıtılan paralar” üzerine kurulmuş durumdadır. Bu durum ilk etapta “Misliyle mukabele” görüntüsü oluştursa da, cemaat/tarikat düşmanlığının Türkiye’de daima siyasi bir arka plana sahip olduğu gerçeği de ortadadır.
Kısaca din düşmanlığı diyebileceğimiz siyasi ve ideolojik geleneksel tutum, dini kurumları çetrefilli yöntemlerle kıskaca alarak dini değerleri aşındırma ve itibarsızlaştırma biçimi olarak yürürlüğe konulmaktadır.
Toplumun her kesiminde olduğu gibi dini yapılar içerisinde de düşük karakterli kişilerin varlığını inkar edemeyiz. Hatta karakter yoksunluğunu merkeze alan sözüm ona dini görünümlü grupları da gördük. Ancak düşük karakterli kişiliklerin karakterleriyle özdeşleşen ortamlarda daha fazla bulunduğu/bulunabileceği gerçeği de sır değildir.
Son süreçte dini kurumlar etrafında “Taciz, tecavüz, istismar” konulu yoğun bir propaganda mekanizması işletilmektedir. Periyodik aralıklarla ortaya çıkan bazı haberler ve kimi vakalar yoğunluk kazanmakta, toplumsal algının dini kurumlar aleyhine dönmesi için organize bir hareket tarzının benimsendiği gözlerden kaçmamaktadır.
Bir plan dahilinde olduğu anlaşılan bu tür vakalar sadece düşük karakterli kişilerle sınırlı bir durum olsaydı, bu düşük karakterliler neden bekleyip yıpratma kampanyasıyla beraber harekete geçtiler sorusunu sormamızı gerektirir. Yıpratma kampanyasıyla eşgüdümlü olarak düşük karakterli kişilerin harekete geçmiş olması hayatın olağan akışıyla ne derece uyumludur? Klasik tabirle sorarsak “Zamanlama manidar” değil midir?
O halde geriye şu ihtimal kalıyor; Sızdırılıp uyutulan hücrelerin uyandırıldığı olasılığı…
Yıpratma kampanyasının şekline bakıldığında ister istemez Fadimeli - Kalkancılı, Cinci-Üfürükçü tiplemelerin ön plana çıkarıldığı 28 Şubat sürecindeki gibi bir karanlık senaryo akıllara gelmektedir. Bu kez figürler farklı olsa da yöntemler aynı. Hatta yıpratma kampanyasının baş aktörleri de beslendikleri gelenek itibariyle aynı. Şu sıralar kurslarda yurtlarda, vakıf ve derneklerde sistematik istismar haberleriyle mideler bulandırılmaktadır. Halihazırda istismar figürleri için dönemin düşük karakterli tipleri demekten başka elimizde somut bir kanıt olmasa da, bu tür tiplemelerin yöneldikleri şirretlikler, sızdırılıp uyuma modunda bekletilen ve son kertede uyandırılan hücrelerin kirli faaliyetleri olarak anlaşıldığında, büyük ihtimalle bugün tetikçilik yaptırılan sahne aktörlerinden bazılarını günah çıkarırken izliyor olacağız.
28 Şubat sürecinde başlatılan kampanyada öne sürülen figürler Hacı-Hoca, Şeyh-Evliya diye lanse edildiler. Sular durulduğunda aslında her birinin farklı odakların kripto elemanları oldukları ortaya çıkmıştı.
Startı verilen bu süreç, “Cemaat ve tarikatların kökünü kazıma” sloganının hayata geçirilmiş şeklidir. Cemaat ve tarikatların hedefe konulup yıpratılması, dindar ve muhafazakar oy tabanına dayanan Ak Parti iktidarında gerçekleşiyor olması da ayrı bir paradoks olarak durmaktadır.
İktidar olan bir parti, alan açtığı gladyocu çevrelerin etrafını sardığı ve beslenme hatlarını tek tek koparmaya çalıştığı bu duruma seyirci kalması da sürecin bir başka garabeti olsa gerek.