28 Şubat 1997'de ilan edilen Milli Güvenlik Kurulu kararları ile Türkiye, kararların ilan edildiği günle adlandırılan 28 Şubat Süreci'ne girdi.
Hükümet devrilmemişti ama ölüm işkencesine alınmıştı. Başbakan Necmettin Erbakan ve bakanlar yerlerinde durdu ama onlar, kendi bedenlerine eziyet eden, kendini ısıran bir çıldırmışa dönüştürülmeye çalışıldı. Hükümetin Refah Partisi kanadı, hangi esaslara dayanarak halktan destek almışsa, bizzat o değerlerle savaşmakla vazifeli kılındı, bir bakıma zorla intihara sürüklendi. Bu çok orijinal bir imha türüydü. Yapılan hiçbir modern darbeye benzemiyordu, bunun için bu darbeye post modern darbe dendi.
28 Şubat Süreci'nde Türkiye'nin zaman saati, cuntacı bir yapı tarafından ters döndürüldü. Türkiye, Miladî 2000'li yılların eşiğinden 1950 öncesine taşındı. Ortada “tek adam” yoktu ama “kurullar diktatörlüğü” vardı. O kurullar diktatörlüğü tarafından İstanbul sokaklarında sarıklılar kovalandı, haklarında Şapka Kanunu'na muhalefetten dava açma garabetinde bulunuldu, üniversite önlerinde genç kızların tesettürüne el uzatıldı, çarşaf giyen bayanlar, her tür hastayı tedavi etmeye yemin etmiş doktorların bile ağır hakaretlerine maruz kaldı, tesettürünü zorla çıkarmış nice kadın ağır psikolojik problemler yaşadı.
Yüz binlerce İmam Hatip öğrencisi, milyonlarca diğer meslek liselerinden öğrencilerle birlikte katsayı sistemi denen bir sistemde kurban edildi. Süreç boyunca dört bir yanı zulüm bürüdü. Binlerce kişi gözaltına alınıp Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ne sevk edildi, binlerce kişi, haklarında örgüt mensubu fezlekeleri hazırlanarak ağır cezalara çarpıtıldı, onların bir kısmına müebbet hapis cezası verildi.
Kur'an-ı Kerim Kursları kapatıldı, çocuklara ilkokul çağını geçinceye kadar dinî eğitimin verilmesi yasaklandı, diğer yaşlardakiler için Kur'an-ı Kerim dersi, eğitimin en verimsiz dönemi olarak belirlenen, dolayısıyla her tür eğitim etkinliğinin iptal edildiği en sıcak kırk-altmış günlük yaz günlerine hapsedildi, ev sohbetleri örgütsel faaliyet kabul edildi, bütün okullardaki mescitler kapatıldı, mahallelerde cami inşasına sınırlama getirildi.
Buna karşı okullarda içkili balolar düzenlendi, kız ve erkekler aynı sırada oturmaya zorlandı, televizyonlarda yayınlanan dizilerde dinden imandan söz edilmesi yasaklandı, sahte ilahiyat hocaları televizyon programlarına çıkarılarak onlar üzerinden halk İslam'dan uzaklaştırılmaya çalışıldı.
O gün yaşanan zulümler, saymakla bitmez, o günkü zulümleri sadece saymakla bir yere de varılmaz. 28 Şubat'ın doğru bir tahlile ihtiyacı vardır.
28 Şubat ne yazık ki bugüne kadar, sebepler, amaçlar ve dış aktörler açısından doğru bir tahlile tabi tutulmadı. 28 Şubat aleyhindeki tutum, o günlerde öne çıkan belli bir elit odaklı kaldı, o elitin yapısı kısmen irdelenmişse de onları, böyle bir zulme götüren sebepler, onları buna iten dış güçler ve o dış güçlerin hedefleri doğru bir tahlile tabi tutulmadığı gibi, yüzeysel tahlillerde ulaşılan doğru sonuçlar da iyi duyurulmadı.
Türkiye'de o günlerde bürokrasiye hükmeden, her tür İslâmi gelişmeden rahatsız, din kadar dindarı da düşman bilen elit bir yapının varlığı muhakkaktı. Ancak bu elit yapı, oluşumu itibariyle dışarıya bağlı ve bağımlıydı, dışarıdan destek almadan hareket edebilecek bir nitelikte değildi. Nitekim dönemin ünlü generali ve halkın aleyhindeki bütün eylemleri düzenleyen Batı Çalışma Grubu adlı yapının başındaki isim Çetin Doğan'ın hem kızı hem oğlu ABD'nin etkin Yahudileri ile evliydi. Damadı Dani Rodrik, aynı zamanda ABD'nin etkin dünya hegemonyası propagandacılarındandı. Soyunu ABD ve israil'le sürdürmeye karar vermiş biri nasıl olmuş da Türkiye'nin 1. Ordu Komutanlığına getirilmişti. Herhalde bu komutan, Türkiye'nin geleceğini bu soyu doğrultusunda dizayn etmeyi seçecekti, bundan daha normal ne olabilirdi? O, Türkiye halkı için değil, ABD ve israil vatandaşı torunları için çalışacaktı.
28 Şubat, Türkiye'ye yönelik doğrudan bir ABD ve israil müdahalesiydi. Avrupa Birliği de o düzeyde olmasa bile o dönemdeki insan hakları ihlallerine göz yumarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ihlaller aleyhine işlemesini engelleyerek sürece dolaylı bir destek vermişti. Tabansız güçler, iktidar olmak istediklerinde içeride bulamadıkları desteği dışarıda ararlar. Post modern darbeyi yapanlar, sırtlarını ABD ve israil'e dayamışlar, Avrupa Birliği tarafından hoş görülmüşlerdi.
Sistemin dış güçleri, bu elit yapının içeride dindar kesime yapacağı baskının bu kesimi çaresizlik içinde ABD, israil ve AB'ye sığınmak durumunda bırakacağını tasarlamışlardı. Ancak Türkiye'de dindar kesim meydanlarda açıkça “Kahrolsun ABD, Kahrolsun israil” sloganları atıyor ve o günlerde AB üyeliğine de açıkça muhalefet ediyordu.
Bu noktada dindar kesimi ABD, israil çizgisine çekecek bir yapıya ihtiyaç vardı, o yapı 15 Temmuz' u gerçekleştiren gruptu.
Gülenci grup, karakter olarak Türkiye'deki dindar yapıdan nefret ediyordu, dindarların uğradığı her tür mağduriyetten dindarları suçlu tutuyor hatta İslamî duyarlılığın kendisini sorumlu buluyordu. “Öğrenci ve memurlar başörtüyü tercih etmese, açıktan namaz kılmaya kalkışmasalar, Amerika ve israil karşıtı bir siyaseti destekleyeceklerine Bülent Ecevit gibi her tür İslamî hassasiyet karşıtı bir siyasetçinin peşine takılsalar niye 28 Şubat olsun ki?” sorusunu, düşüncelerini dikte etmek için fütursuzca sorabiliyorlardı. Onların bu sorusunun sebep ve niyeti dahi irdelenmedi.
Dindar kesim, bu soruyu soranlarla 28 Şubat'ın görünen aktörleri arasındaki bağı ortaya koyamadı. Bu yüzden kendisine karşı oluşturulan sistemi sorgulayacağına kendisini sorguladı, o sistemle uğraşacağına kendisiyle uğraştı, kendisine karşı kurulan düzeneği bozmak yerine o düzenekten yaralı olarak çıkmayı seçti. Bir anda sakal hatta bıyık dahi kesildi, aniden ortaya Avrupai bir Müslüman tipi çıktı.
Ne var ki bu Avrupai Müslüman, İzzetbegoviç gibi değil, ABD şirketlerinde çalışan, onların her tür değerine kendisini kaptırmış ama akşam eve dönünce seccadesine oturup namaz ve duayla günün stresinden kurtulmaya çalışan, dolayısıyla diğer gün şirketi için daha da güç bulmuş olarak iş yapan, dürüst bir Hint kökenli Müslüman teknisyene benziyordu. ABD'ye kızmak bir yana, ABD'yi kendi veli nimeti olarak biliyor, ona itaati gerekli buluyordu.
Açıkçası gaza geleneğinden gelen Türkiye'deki dindarlık yerelde “Anadolu Müslümanlığı” diye uydurma bir söylem, dışarıda ise “ılımlı Müslüman” söylemiyle eviriliyor, şeklinden olduğu gibi özünden de koparılıyor, müstemlekeci bir yapıya büründürülüyordu. Bu nasıl bir İslam, bu nasıl bir Müslümanlıktı? Bunu sorgulamak bile suç oluverdi ve bu suçu takiple 28 Şubat'ın o ön cephesindeki katı Batıcı elit değil, 15 Temmuz'u gerçekleştiren namazlı-niyazlı teknisyen grup görevlendirilmişti, suçluyu onlar tespit edecek, onlar yargılayacak, hesap onlardan alınacaktı. 15 Temmuz, bu takibin, işlemin bir neticesiydi.
15 Temmuz darbe girişimi, 28 Şubat'ta ekildi ama Allah'ın yardımı ve çok çekmiş halkın desteğiyle o ürün hasat edilemedi.