2011 yılı uzak değil, pek çoğumuz o yılın gündemini iyi hatırlıyoruz. O günlerde Türkiye'yi Suriye savaşının içine sürmek isteyenler, Türkiye'nin ekseninin Batı'dan Doğu'ya kaydığı yaygaralarını koparıyorlardı.
Bugün yurt dışında kalmak zorunda kalan pek çok gazeteci-akademisyen, Kemalo-İslamizm diye bir terim dahi ortaya atmıştı. Görüşlerini kabul ettirmek için sınır tanımayan söz konusu kişiler, bu ifadenin çatısı altında, Türkiye'de Kemalist yöntemler kullanılarak İslamcılığın dayatıldığını iddia ediyorlardı. Gazete köşelerinde ama özellikle yurt dışında katıldıkları programlarda yeni açılan Kur'an-ı Kerim Kurslarının sayılarını, yeni İmam Hatip Liselerinin adlarını bir bir veriyorlar, tesettürün yeni nesil arasında yaygınlaşmasına dikkat çekiyorlardı.
Bu ekiple aynı günlerde daha çok Avrupa Birliği bağlantılı neo-liberal başka bir ekip ise Türkiye'de kadına yönelik şiddetin arttığını öne sürüyor, Türkiye'nin kadın için adeta bir eziyet yerine döndüğüne dair haberler üretiyordu. O kişiler, kadına yönelik bu durumun altındaki sebep olarak ise İslamîleşmeyi ima ediyorlardı.
Böyle bir ortamda dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin'in öncülüğünde 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”unun hazırlıkları yapıldı ve kanun 2012'de çıktı.
Türkiye'de kadının Batılı değerlerle “çağdaşlaşması”, henüz Osmanlı'nın son günlerinde başlamış, 1926'da çıkarılan Türk Kanunu Medenisi de bu değişime kanunî zemin sağlamıştı.
Boşanmaya izin veren Avrupa ülkelerinden İsviçre Medeni Kanunu'nun Türkçeye çevrilmesiyle çıkarılan o kanunun kadına bakışı moderndi. Kadın, kadını erkekle eşitlemek adına bir dizi tedbir getiriyordu.
Avrupa Birliği sürecine kadar söz konusu kanundaki o modern bakış Türkiye'de kadın ve aileye bakışı belirledi. Kadını öne çıkaran pek çok uygulama o kanunla izah edildi.
Avrupa Birliği süreciyle birlikte ise kadının Batılılaşması konusunda o kanun bile yetersiz görüldü. Zira Avrupa, klasik modernizmi aştı, kadın ve aile konusunda Marksist ve feminist aşamaya geçti, bu değişim Avrupa Birliği'nin kadın ve aile konusundaki resmi görüşünü belirledi.
Siyasi ve ekonomik olarak Avrupa'da devrimler yapamayan Marksizm, bir zihniyet ve yaşam tarzı olarak Avrupa'ya hükmetmeye başlamış, Avrupa'nın sosyal yaşamında en etkili akım oluvermişti. Türkiye'de Marksizmin gücü bu boyutlara varmamıştı ama madem Türkiye Avrupa Birliği'ne girecekti, bu konuda da Avrupa'ya uymalıydı. Neticede Türkiye, Avrupa Birliği süreci ile birlikte Türkiye aile ve kadın konusunda zoraki olarak Marksist ve onunla ilişkili olarak feminist anlayışa sürüklendi.
Modernizm, kadını erkekle eşitleme iddiasında iken Marksist anlayış, kadın ve aile arasındaki bağı koparıyor, feminizm ise kadının erkekten üstün olduğu bir toplum oluşturma iddiasını taşıyor. Kadın üzerinden amaçlarına ulaşmak isteyen Marksistler ise feminizmin bu eşitliği bozan anlayışına bir yerde karşı çıkmaları gerekirken Sovyet sonrası düşünsel bunalım içinde feminizmin en önemli savunucuları hâline gelmişlerdir.
Kanunlar, bir sorunu gidermek ya da bir kazancı sağlamak için vardır. 2012'de çıkarılan 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” buna tam zıt bir sonuç doğurdu. Bu kanunla ailenin korunacağı iddia edildi oysa bu kanun dengeleri bozarak aileyi dağıtıyor. Zira bu kanun, aileye karşı olan Marksist ve kadını öne çıkarma adına özünden koparan feminist izler taşıyor.
Bu yöndeki ilk adımlar 28 Şubat'tan hemen sonra 1988'de 4721 Sayılı Kanun'la atılmıştı. O konun pek soruna yol açmış ve 2000'li yılların başında Türkiye'de boşanma hızını görülmemiş bir şekilde artırmıştı. 8264, o kanunla birlikte aileye bir darbe daha vurdu.
Şimdi toplumun bizzat en seküler kesimi dahi 8264'ün isabetli bir kanun olmadığını bangır bangır bağırarak ifade ediyor. Bunun için programlar yapıyor, dernekler açıyor, platformlar oluşturuyor.
Çünkü, 8264 nolu kanun, daha önce bu doğrultuda çıkarılan yasalarla buluştuğunda,
-Karı ve kocanın arasına fitne tohumları ekiyor.
-Kadının bir öfke hâlinde, kocasının kendisine karşı şiddet kullandığını iddia etmesi durumunda ifadesinin bütün temel yasalara aykırı olarak delilsiz, belgisiz doğru kabul ediyor.
-Kadını feminist bir anlayışla masumlaştıran bu yasa kadına fayda vermiyor, zira bu anlayış toplumsal dengeyi bozuyor, toplumsal denge bozulduğunda ise bundan yine en çok kadın zarar görüyor, en çok o mağdur oluyor.
8264 nolu kanun,
-Kadının ifadesi doğrultusunda onu sığınma evlerine mahkum ediyor, bir anlık öfkesine kapılan kadını, tanımadığı, bilmediği bir ortama ve kimi zaman aile karşıtı derneklerin özel sözde “kadın sığınakları”na atıyor.
-Kadının bir telefonla yaptığı şikayetle kocayı altı aya kadar evden uzaklaştırabiliyor, kadını kocasız, çocukları babasız, erkeği evsiz bırakıyor.
-Kocasını evden uzaklaştıran kadın hakkında maksadı aşan ifadelere yol açıyor, kadını toplum nezdinde gözden düşürüyor.
-Çocukları; babaları anneleri tarafından evden kovulan bireyler konumunu düşürüyor, onların psikolojisini bozuyor.
-Erkeği, evden attırarak itibarsızlaştırıyor, kadını konusunda zanna itiyor, öfke krizlerine sürüklüyor, bu öfke krizleri kadına yönelik şiddetin sebepleri arasında yer alıyor.
-Karı-koca arasındaki olağan didişmeleri düşmanlığa çeviriyor, aileyi cepheleştiriyor, parçalıyor ve boşanmalara yol açarak ayırıyor.
8264 nolu yasa, 1998'den bu yana yapılan düzenlemelerle birlikte,
-Boşanmış kadına sürekli nafaka sağlayarak dul kalmayı, dolayısıyla aile sorumluluğunun bulunmadığı beraberlikleri teşvik ediyor.
-Türkiye tarihinde ilk kez görülen ama Avrupa için varlığı çoktan bilinen “mağdur babalar”, “çocukları ile görüştürülmeyen erkekler” kitlesi oluşturuyor. O mağdurlar, Avrupa'da olduğu gibi platform kurmaya, dernek açmaya bile başladılar.
-Çocukları mağdur ederek onları bir mal gibi icra davalarına konu ediyor.
-Yanlış aile danışmanlığıyla aileyi psikiyatrik sorunların birbirini izlediği bir ortama atıyor.
Babalar ve çocukların, bu kanun ve daha önceki benzer kanunlardan kaynaklı çığlıkları haber kanallarında yürek dağlıyor.
Kanunun bu kadar sıkıntısı ortada iken hâlâ yürürlükte olması anlaşılabilir değildir. Aile bir kez kaybedilince bir daha kolay kolay inşa edilemiyor. Bunun en bariz örneğini Doğu Avrupa ülkeleri oluşturuyor. Doğu Avrupa'da dağılan aile fıtratları gereği aile yaşamına özlem duyan kadınların bütün gayretlerine rağmen bir türlü güçlenmiyor.
Avrupa deneyiminde açıkça görülen bu hâli bize de yaşatmanın haklı hiçbir gerekçesi olamaz, 8264 ve ona benzer yasalar, aile kurumu henüz tamamen çökmeden yürürlükten kaldırılmalı ya da toplumsal dengeye zarar vermeyecek bir değişimden geçirilmelidir.