Meşguliyetten uzak, sakin bir pazartesi gününü değerlendirmek için yollara düştük. Navigasyondan yayılan “Rota oluşturuldu” sesi tekerleri döndürmeye yetmişti. Rotamız, Osmanlı’ya 92 yıl başkentlik yapmış olan şehir Edirne.
İstanbul’a yaklaşık 240 km uzaklıkta olup iki buçuk saatte varabileceğiniz bir lokasyona sahip olan Edirne; Tunca, Arda ve Meriç ırmaklarının buluştuğu düzlükte kurulmuştur. Bulgaristan ve Yunanistan ile sınır komşusu olup tarih ve birçok kültürün harmanından oluşan Edirne, Orta Asya’dan göç eden Traklar tarafından kurulmuştur. Tarihte birçok imparatorluğun sınırları içinde yer almış olan bu şehir, Türkler tarafından defalarca kuşatılmış nihayetinde de 1361 yılında Doğu Bizans yönetimindeyken Sultan 1. Murat tarafından fethedilmiş ve Osmanlı İmparatorluğuna başkent olmuştur. 1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar da Edirne Osmanlı başkenti olarak kalmıştır.
Saray, camiler, kervansaraylar, külliyeler, tekkeler, şifahaneler, köprüler ve daha sayamayacağımız birçok eseri içinde barındırıp tarihiyle öne çıkan şehir; nehirleri, plajları, tabiat parkları ve ormanları ile de doğasının en az tarihi kadar heybetli olduğunu gözler önüne seriyor. Köprülerden bir köprü, Saraçhane köprüsünden şehre giriyoruz.
Tarihi ve doğayı adımlamak için çıktığımız yolculukta ilk durağımız II.Bayezid Külliyesi. İçinde ‘Darüşşifa ve Tıp Medresesi Müzesi’ ve ‘İmaret Müzesi’ bulunduran külliye, Sultan II. Bayezid’in 1484 yılındaki Edirne ziyareti esnasında halkın şifahane talebi üzerine inşa ettirilmiştir. Günümüzde müze olarak ziyaretçi ağırlayan külliye, ağırladığı misafirlere 15. yüzyılın hastane ve tıp eğitimi anlayışını bal mumu mankenlere eşlik eden nesnelerle aktaran bir köprü görevi görmektedir. Şifahane içerisinde cerrahi, göz hastalıkları, diş hastalıkları, KBB hastalıkları, akıl hastalıkları gibi birçok alanda kliniğin olması ve ilaç yapım laboratuvarlarındaki çeşitlilik fazlasıyla ilgimizi çekmişti. Ayrıca akıl hastalarının müzik ile tedavisinin canlandırıldığı köşe özellikle dikkat çekmekle beraber müziğin veya güzel sözlerin insan aklı ve bedeni üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. Müzeyi gezerken o döneme ait gelişmiş tedavi yöntemlerine hayran olmamak elde değil. Şifahane kısmını keyifle gezdikten sonra hemen yan tarafındaki tıp medresesi kısmına geçiyoruz. Okuduğumuz bölümün talebelerinin yaklaşık 660 yıl önce neler yaptığını ve nasıl bir eğitim aldığını görecek olmak kapıdan girdiğimiz anda vücudumuzu heyecan olarak kaplamıştı. Talebelerin yatılı olarak kaldığı tıp medresesi, talebelerin konaklaması için ayrılmış tekli veya ikili odalardan oluşuyor. Uygulamalı eğitim odası, deneysel tıp odası, derslik, müderris odaları ve kütüphaneden oluşan tıp medresesi, 15. yüzyıl tıp eğitimi anlayışına dair yeterince bilgi vermektedir. Burada yeterince vakit geçirdikten sonra külliyenin diğer ucundaki İmaret Müzesi’ne de uğramayı ihmal etmedik. Zamanında 147 kişinin çalıştığı bu bölümde talebeler, garip ve muhtaçlar da düşünülüp en temel gereksinimleri olan yemek ihtiyaçları karşılanmıştır. İnsana verilen değerin yansıması olan imarethane, dönemine ait birçok konuda bilgilenmemizi sağlıyor. Külliyedeki gezimizi imarethanede sonlandırmış, Büyük Sinagog’a doğru yola koyulmuştuk.
Farklı din ve kültürlerin bir arada yaşadığı ve yaşam şekillerinin mimariyi etkilediği bir şehir olan Edirne, Avrupa’nın en büyük ve Dünya’nın üçüncü en büyük sinagogu olan Büyük Sinagog’a ev sahipliği yapmaktadır. Edirne’de yeterli cemaati bulunmadığı için İstanbul gibi çevre illerden gelen mensuplarınca özel günlerde ziyarete açılıyor. Ziyaretimizin pazartesi gününe denk gelmesi dolayısıyla kapalı olan Büyük Sinagog’a girememiş, yüzümüzü Saraçlar Caddesi’ne doğru çevirmiştik. İstanbul’daki İstiklal Caddesi’ni andıran epeyce kalabalık bir tarihi çarşıdan geçiyorduk. Yol boyunca birçok eski yapı görmüş, Selimiye Arastası’na kadar gelmiştik.
Selimiye Camisi külliyesi içerisinde yer alan tarihi kapalı çarşı olan Selimiye Arastası, şehri ziyaret edenlerinin vazgeçilmez alışveriş noktalarından biri. Mimar Sinan'ın ustalık eseri Selimiye Camisi'nin giderlerinin karşılanması için III.Murat tarafından 1590 yılında yaptırılan çarşı, dükkan kiralarından elde edilen gelirle 428 yıldır vakfiyesine uygun olarak Selimiye'nin masraflarını karşılamaya devam ediyor. Her sabah bereket duasıyla açılan çarşı, güzel dilek ve temenniler ile de kapatılırmış. Evliya Çelebi'nin Seyahatname’sine de konu olan çarşı, o zamanlar çok sayıda ayakkabıcı, yemenici olması dolayısıyla Kavaflar Çarşısı olarak tanımlansa da günümüzde daha çok şekerlemeci ve hediyelik eşya satan esnafa ev sahipliği yapıyor. Farklı kapılarından Selimiye Külliyesi’ne açılan çarşı, bir dönemin derin izlerini taşlarına kazımış gibi.
Arastas’ın orta bölümünden cami bölümüne çıkmak için tarihi adımlar atıyoruz. İç avluya çıkmış ve başımızı semaya doğrultmak zorunda kalmıştık, Selimiye Camii’nin heybetine hayran olmamak elde değil. Mimar Sinan’ın 80 yaşında inşa edip ustalık eserim dediği Selimiye Cami, dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından biri olma özelliğini taşıyor. Ayrıca UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Selimiye Cami, kentin simgesi haline gelmiş ve Edirne ile özdeşleşmiştir. İç, dış detayları ve manevi atmosferiyle gözümüzü ve gönlümüzü doyuran külliyeden banilerine rahmet okuyup ayrılıyoruz.
Gezip geçtiğimiz bu yerlerin bedenimizde oluşturduğu yorgunluğun ardından sıra ruhumuzu dinlendirmeye ve bir simitle kışı yaşattığımız midelerimize bahar getirmeye gelmişti. Kısa bir araştırmanın ardından Edirne’de birçok park, mesire alanı ve tabiat parkı olduğunu öğrendik. Fotoğraflardan gördüğümüz, gölet ve bolca yeşile sahip Karayusuflu Köyü isteklerimiz için güzel bir alternatif olsa da, dönüş yönümüzün İstanbul olması bu doğa harikasını bir sonraki ziyarete ertelememize sebep olmuştu. Edirne’de isteklerimize uygun yerlerin konumumuza uzak ve yönümüze ters olması bizi dönüş yolumuzda mola yapabileceğimiz bir yer arayışına sürükledi. Daha önceden methini duyduğumuz, gitmeyi aklımızın bir köşesine yazdığımız ve o köşeden usulca rotamıza sızan Çilingöz Tabiat Parkı bu arayışımıza noktayı koymuş ve son durağımız olmuştu.
Yaklaşık iki buçuk saatlik süren yolculuğumuz, gideceğimiz yerin fotoğraflarına bakarak ve denize karşı içimizi ısıtacak bir ateş yakmanın hayaliyle geçmişti. Uzunca bir yol kat etmiş ve hedefimize yaklaşmıştık ancak navigasyonda yazan sürenin kalan yolumuza oranı oldukça fazlaydı, bu durum bizi yolun kötü olabileceği düşüncesine kaptırmış ve az da olsa korkutmuştu. Önümüze çıkan toprak ve çukurlarla dolu yol korkularımızı haklı çıkarmıştı. Yolun iki tarafında da boylu boyunca uzanmış kesili ağaçlar birileri tarafından alınmayı bekliyor ve tabiri caizse başkalarını ısıtmak, yanıp kül olmak için sıraya dizilmişlerdi. Yol uzayıp çukurlar derinleştikçe aynı yolu dönmeden başka bir yol ile İstanbul’a dönme duamız şiddetleniyordu. Ağaçların arasından bir görünüp bir kaybolan deniz bize yüksekte olduğumuzu bildiriyor fakat yoldaki çukurları kovalamaktan bu eşsiz manzaraya doyasıya bakamıyorduk. Az sonra asfalt yola varmış ve Çilingöz Tabiat Park’ından içeri dalmıştık. Geniş bir ormanlık araziye serilmiş masalar ve karşısında dipsiz bucaksız bir deniz manzarası önce gözlerimize bayram ettirmiş sonra da stresli yolun unutturduğu midemizin sesini bize tekrar hatırlatmıştı.
Çatalca taraflarında bulunan Çilingöz Tabiat Parkı sahil ve yeşil alanıyla toplam 17 hektar büyüklüğünde bir alan üzerinde olup kamp severler, güneş-kum-deniz düşkünleri ve piknikçiler için çok yönlü bir doğaya sahiptir. Bu parkın keyfini çıkartmak için sahilde ufak bir tur attıktan sonra ateşimizi yakmıştık bile. Telefonun çekip de internetin çekmediği bu ortam, gerçekten de ruhumuzu dinlendirmeye yetmişti. Ateş başında hafiften kararan havayı seyre dalmışken semaverden gelen fokurdama sesleri çayı demlemeyi bizlere hatırlatmıştı. Demlenen çayın ardından tele dizilen balıkların ateşle buluşması ve ekmek arası yapılıp mideye indirilmesi de çok uzun sürmemişti. Sohbetimize eşlik eden birer bardak sıcak çaya yağmur damlalarının eşlik etmesi “Toparlan!” komutunu vermişti bile. Son yudumları alıp, tüm eşyaları toparlamış ve arabaya yerleşmiştik tekrardan. Manzara ve temiz hava karşısında unuttuğumuz yol maceramız tekrardan kendini hatırlatmıştı. İnternetin çekmemesi navigasyonsuz kaldığımız anlamına geliyordu ve yön duygumuzu kullanarak ne taraftan gitmemiz gerektiğini bulmalıydık. Kısa bir düşünmenin ardından “Ya Allah” deyip attık kendimizi yola. Yolda bizden başka kimse olmaması ve yolun tekrar bozulması bizi endişelendirmişti. Çoktan siyahlara bürünen akşamda bozuk bir yolda gitmek oldukça zordu. Tam o sırada karşımızdan gelen bir aracı durdurarak İstanbul’a nasıl gidebileceğimizi sorduk, kendilerini takip etmemizi söyleyen araç, bize gittiğimiz istikametin tersi yönünde yol aldırıyordu. Yön duygumuza saygılarımızı sunup bir kez daha navigasyonun temellerini atan Roger Easton beyefendiye en içten dualarımızı ilettik. :)