Son dönemlerde Türkiye’nin dış politikasında oldukça gergin bir atmosfer söz konusu.
Suriye, Doğu Akdeniz, S-400, Libya derken BAE ve Suudi’nin düşmanlığı açığa vuran hamleleri, Fransa’nın İslam’ın aziz Peygamberini hedef alan provakatif hareketleri, neredeyse olanları takibi zorlaştıracak bir hale getirdi. Hollandalı faşist Wilders’in bitmeyen alçaklıkları, Alman hükümetinin camiye yönelik çirkin saldırısı ve diğerleri…
Türkiye’de bir süredir “proaktif bir dış politika” yürütülmeye çalışılıyor.
Elbette siz emperyalist bloklardan birine dayanıp bölgesel ya da küresel anlamda sizin için belirlenmiş alanda at koşturmaya çalışırsanız “sıfır sorun” bir politikaya sahip olursunuz. İster otoriter bir yönetimden kaynaklandığını söyleyin, isterse de milliyetçi hedeflerin peşinde koşma olarak tanımlayın, ulusal, bölgesel ya da küresel menfaatlerinizi korumaya kalkıştığınızda birileriyle çatışacaksınız ve bu da siyasetinizin “sırf sorun” olarak tanımlanmasına neden olacaktır.
“Amerika ikna olmuşsa biz de ikna olmuşuz” siyasetinden tüm yaptırım tehditlerine rağmen S-400 Hava Savunma Sistemlerine sahip oluyorsanız, denemelerini yapmaya başlamışsanız bunun bedellerini de ödemeye hazır olmanız gerekiyor. Bu bedelleri şehirlerde patlayan bombalar olarak da düşünebilirsiniz, ekonomik saldırılar olarak da, yedek parça tedarikinin kesilmesi olarak da…
Amerika, Türkiye içerisinde gerek ülke olarak gerekse de NATO bünyesi içerisinde onlarca askeri üsse hakim durumdadır. Bunun yanı sıra sivil toplum kuruluşu adı altında “etki ajanlığı” yapan çok sayıda kuruma, ülkeyi zor durumda bırakabilecek büyük sermaye üzerinde kontrole sahiptir.
Neredeyse yetmiş yıldır askeri, siyasi ve istihbarat olarak içi içe olduğunuz bir güce karşı çıkıyorsanız bunun tüm sonuçlarını göz önüne alacaksınız.
Şunu unutmamak gerekir ki, Amerika bu ülkede yaptığı hamlelerde ilk defa 15 Temmuz’da kazanamadı.
Amerika’yı “Rusya ile yakınlaşmak” üzerinden tehdit etmenin risklerini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Yükselen ticaret hacmi, NATO’ya rağmen S-400 alımı, Astana’da aynı masada oturma, Türkiye’ye pek de güvenilir bir dost kazandırmadı.
Şu anda ortaya çıktı ki, Rusya, Suriye’de Türkiye’den çok Amerika’nın tezlerine yakın duruyor. Aradaki tek sorun pasta paylaşımıyla alakalı.
Türkiye, Ukrayna ve Kırım’ın ilhakı konusunda Rus tezlerine sert eleştiriler getiriyor. Libya’da Amerika ve israil’in adamı olan ve BAE tarafından finanse edilen darbeci Hafter’in Rusya tarafından kurtarıldığı ve korunduğu artık herkesin malumudur. Yüksek sesle dillendirilmese de Türkiye’nin askeri üssünün vurulmasında da yüksek teknolojili Rus uçaklarının kullanıldığını herkes tahmin edebiliyor. Rusya’nın Doğu Akdeniz ile ilgili nötr gibi görünen duruşunun da bir aldatmaca olduğu son gelişmelerle ortaya çıktı. Kıbrıs konusunda “Maraş’ın açılması kararı kabul edilemez” açıklaması yapan Rusya, Yunanistan’ın da umudu olmuş durumdadır.
Azerbaycan ve Ermenistan savaşında arada bir ateşkeslerle Ermenistan’ın toparlanmasını amaçlayan Rusya’nın Ermeni ordusunun en büyük silah tedarikçilerinden olduğu tüm taraflarca dile getiriliyor. Aslında arada bir Türkiye’ye yönelik yaptığı suçlayıcı açıklamalar Rusya’nın nerede durduğunu net olarak gösteriyor.
Libya’daki ateşkesten ve Ermenistan’ın sürekli kaybetmesinden dolayı rahatsız olan Rusya, tekrar Suriye üzerinden Türkiye’yi hedef almaya başladı.
Bundan birkaç gün önce Türkiye’nin kontrolündeki Cerablus’u balistik füzelerle vuran Rusya, son olarak İdlib’de SMO kapsamında bulunan bir gruba yönelik 40’tan fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan bir hava saldırısı düzenledi. Aslında bu son saldırı doğrudan Türkiye’yi hedef aldı.
Bu coğrafyada, emperyalist kutuplardan birine yanaşmak tehlikeli, denge politikası yürütmek oldukça zordur. Çıkarların ve ideolojik hedeflerin kimleri yan yana getirdiğini kestirebilmek güçtür. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in şu sözleri “Rus yanlısı kutbu” şaşırtsa da iç içe geçmiş çıkar hesaplarını göstermesi açısından dikkat çekicidir: “Afganistan'daki Amerikan askeri varlığının devam etmesinin tüm bölge güvenliği için olumlu ve faydalı olduğunu düşünüyorum.”
Tüm bunlardan yola çıkarak Amerika ve Rusya ile ilişkilerde meseleye parçalı değil de bütüncül bakılmasının ve ortamın tüm bulanıklığına rağmen adalet ve ahlak eksenli bir siyaset yürütülmesinin uzun vadede en doğru yol olacağı kabul edilmelidir.