Amerikan’ın başkanlık seçimi için neredeyse İslam dünyasında sandık kurulacak. Oysa değişimin olmadığı yerde seçim yoktur.
Kimi zaman felaket “kemale’ ermeden dönüşüm başlamıyor. İslam dünyasındaki felaket, “kemal’ noktasına çoktan vardı; bugün yaşananlar dönüşüm sancılarıdır.
İki yüz yıldır, Müslümanlar güçlerinin neredeyse sıfır noktasındalar; manevi ve maddi bir çöküntü içindeler. İslam düşmanları ise İslam’la mücadele ettikleri günden bu yana ulaşabilecekleri en yüksek güçteler.
Buna rağmen İslam direnişini sürdürüyor; İslam düşmanları bu direnişi görüyor; “İslamofobi” diye bir korku türünü üretecek kader İslam’ın gücünü kendi enselerinde hissediyor.
Bu korkunun nedeni
-Ne Müslümanların gücüdür.
-Ne İslam düşmanlarının güçsüzlüğüdür.
-İslam’ın bir din olarak yenilmeyişidir.
Hiçbir savaş, hiçbir proje, hiçbir ideoloji İslam’ın hak din olduğuna dair inancı sarsmadı; İslami toplumların kurtuluş umudu olmaktan çıkarmadı.
Uluslar arası sistem, İslam’ı imha girişimi operasyonunda karşısında ölümsüz bir yapı görüyor; İslam bünyesi, onun peş peş darbelerine hedef olduğu halde ölmüyor. Batı’yı korkutan işte bu ölümsüzlüktür; bu varlığını sürdürme kabiliyetidir.
Bu, eldeki bütün silahların denenmesine rağmen can vermeyen birinin ona kast eden kişiler üzerinde oluşturduğu korku gibi bir korkudur.
İslam düşmanları, bu ölümsüzlükteki ilahi hikmeti görmek istemiyor; Mekke müşrikleriyle benzer bir tutum takınarak onda bir sihir arıyor, onda bir tür “canavarlık” uyduruyor. Bu canavarlık iddiasına kitleleri hileyle uydurmak için bütün sosyal ve teknolojik olanaklarını kullanarak sürekli sahte delil üretiyor.
İslam’ı sürekli “ölmez canavar” gibi tasavvur ettiren İslamofobiyi üretmek ve bu canavar tasavvuruna hayatın her alanında, etkisi altına alabildiği her tür insanın tipinden delil uydurmak ABD’nin devlet politikasına dönüşmüş durumda.
Öte yandan Müslümanlar arasında İslam’ın hedef olduğu darbeler karşısında yaşama kabiliyetini, ölmezliğini neredeyse sadece İslam düşmanlarının ihtilafına ve bu ihtilaf içinde kimi düşmanların “merhametli” davranmasına bağlayan bir inanış var.
(Askeri uzmanlardan çok “sosyal uzman” çalıştıran uluslar arası sistem, düşünce, duygu ve inanış üretmekte oldukça maharetlidir.)
Komünizmle mücadele sırasında üretilen bu inanışın sahipleri, İslam’daki güç kaynağını sürekli başkasındaki güçsüzlük veya acıma hissinde arıyor. Yanlış bir noktadan hareket ettikleri için, İslam düşmanlarının Sovyetlerin yıkılmasından sonra kurdukları ittifak ve israil’in kuruluş sürecinden bu yana Filistin topraklarında işledikleri cinayetler dahi onların gerçekleri görmesini sağlamıyor.
İnsan, kendi üretimine “mukaddes bir inanış” görüntüsü vermeyi isteyecek kadar (bilerek veya bilmeyerek) yanlış yönde yol almışsa Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini dahi kendi yanlış inanışı üzerine tefsir etmekten çekinmiyor.
Söz konusu inanışın sahipleri Rum Suresinin ilk ayetlerini kendi inanışlarına delil getiriyor.
“Elif. Lam. Mim. Rumlar mağlup oldu. En yakın bir yerde. Ama onlar bu yenilgiden sonra galip geleceklerdir. Bu, birkaç yıl içinde olacaktır. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün müminler de sevinecektir. Bu da Allah’ın (Müslümanlara) zafer vermesiyle olacaktır. O, dilediğine zafer verir, güçlü ve esirgeyen olan O’dur.” (Rum 1-5)
Tabiat Kur’an-ı Kerim’in insana duyurduğu iman esaslarını doğruladığı gibi, insanların başından geçenler de Kur’an-ı Kerim’i doğruluyor.
Tarih kitapları, 1. Sasani İmparatorluğu’ndaki iç ihtilafların 2. Önce Sasanilerin Rumları yenerek yıpratmasının 3. Sonra Rumların Sasanileri yenerek iki tarafın da savaş yorgununa dönüşmesinin İslam fetihlerini kolaylaştırdığını gösteriyor.
Ancak hiçbir tarih akımı, İslam’ın zaferini sadece düşmanının durumuyla açıklamaya kalkışmıyor. Müslümanların bir yandan Rum işgali altındaki topraklara diğer yandan Sasani işgali altındaki topraklara sefer düzenleme girişimi olmasaydı yüce Allah onlara bu cesaret, azim ve kararlılığı vermeseydi İslam fetihleri söz konusu olabilir miydi hiç?
Zaferi sağlayan Müslümanların Allah ve Resülü etrafında buluşarak bir İslam gücü inşa etmeleridir.
Diğer yandan Müslümanların Resulallah’ın önderliğinde, 1. Sasanilere karşı Rumların yanında savaşa katılmaları 2. Müşriklere karşı Rumların kanadı altına sığınıp onların gücüne güç katmaları 3. Ya da Rumların dünya hakimiyeti için dua etmeleri düşünülebilir mi?
Müslümanlar, sadece İslam’ın zaferini düşünüyorlardı, düşmanın ihtilafı sadece bu zaferi yaklaştırdığı için onları sevindiriyordu,
Nitekim Resulullah’ın (S.A.S.) Hicaz coğrafyasını aşan ilk seferi mağlup Sasanilere yönelik değil, galip taraf olan Rumların Arap yarım adasındaki uzantılarına yönelik olmuştur. (1)
Resulullah Hendek Günlerinde hem Sasani’nin hem Rum’un yıkılışını müjdeliyordu. Mekke müşrikleri dışında ilk İslam seferleri 1.Medine’deki Yahudilere 2.Hayber’deki Yahudilere 3.Tebuk’te Rum uzantılarına yönelik olmuştur.
Resulullah’ın dünyamızdan bedenen ayrılışından sonra da İslam orduları hiçbir ayrım yapmadan aynı anda hem Rum hem Sasani işgaline karşı sefere çıkmış. Sasani işgali altındaki Irak’la Rum işgali altındaki Şam-Filistin’in kurtuluşu, eş zamanlı gerçekleşiyor. Hıristiyan Mısır’ın fethi ise ateşperest Sasanillerin iç şehirlerinin fethinden önce gerçekleşiyor.
KURTULUŞ OBAMA’NIN KAZANMASIDA MIDIR?
Yakında ABD’nin başkanlık seçimi var. İki parti yarışıyor; Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti.
Genel eğilime bakıldığında Demokrat Parti adayı Obama’ya yönelik oluşturulan ilgi ve ona bağlanan umut; 1980’li yılların başında Cumhuriyetçi Parti adayı R. Reagan’e yönelik oluşturulan ilgi ve ona bağlanan umudu andırmaktadır. Bir farkla; O günlerde Reagen’in komünistleri durduracağı düşünülüyordu; bugün ise Obama’nın Evanjelist Cumhuriyetçileri durduracağı düşünülüyor.
O günlerde “Regaen, Demokrat Parti adayı Carter’den daha iyi bir Hiristiyan’dır; dinsizliğe karşı dinden yanadır; Allah düşmanı komünistlere karşı daha katı önlemler alır” deniyordu.
Bugün Obama, insan hakları konusunda daha duyarlıdır; insan hakları düşmanı Cumhuriyetçilerden daha vicdanlı olur, deniyor.
Reagen ve onun Cumhuriyetçi Partisi’nin tavrını belirleyen Ehl-i Kitap olmak olsaydı onların din düşmanlarına karşı işbirliği çerçevesinde İslam dünyasındaki kimi kesimlere karşı dindarların yanında yer almaları beklenirdi. Oysa nasıl ki Medine Yahudileri, İslam’a karşı Mekke müşrikleri ile işbirliği yapmışlarsa bugün Cumhuriyetçilerin de dünyadaki bütün İslam düşmanlarıyla işbirliği içinde oldukları bilinmektedir.
Dünyada iki tür devlet var; 1.Rejim devletleri 2. Şeflik devletleri.
Rejim devletlerinde, devlet başkanı sadece bir sözcüdür. Rejim birkaç yıl öncesinden öngörüde bulunarak sürece uygun fikriyat ve kişilikte bir kişinin başkan seçilmesinin önünü açar; böylece kendi varlık ve menfaatini esnek bir ortam içinde sürdürür. Bu devletlerde devletleşme süreci tamamlanmış, rejimin gelenekleri oluşmuştur. Seçilen başkanın aykırı tutumları, rejimin değiştiğini göstermez; sadece rejimin ortama uygun bir tutum içine girmeyi kabul ettiğini gösterir.
Hitler Almanyası, Mussoloni İtalyası, Saddam Irak’ı, Kaddafi Libya’sı gibi devletlerin misal gösterildiği şeflik devletlerinde ise rejimle şef tek vücut olmuş, şefin değişmesiyle devletin tutumu da değişir.
ABD, bir şeflik devleti değil bir rejim devletidir. Bu rejim, sertliği ilke edinen Cumhuriyetçi Parti ile içerde ve dışarda oyalamayı ilke edinen Demokrat Parti üzerine oturmuş.
Ne Cumhuriyetçileri komünizme karşı sert politikalara iten onların sadece Hıristiyanlık yanının güçlü olmasıdır ne de Demokratların bazı ılımlı yanları, onların insan hakları kaygısının bir neticesidir. İki partinin de düşündüğü tek şey var. Amerika’nın dünya hakimiyetinin sürmesi.
Obama’nın ilk seçiminden (Kasım 2008) hemen önce bu sayfada yayımlanan şu satırları bir daha okumakta yarar var.
“Amerika’daki başkanlık değişimi, bazı beklentilere yol açmışsa da ABD’nin klasik devlet yapısının ve dünya hakimiyetinin bir aracı olan terörle (?) mücadele politikasının değişmesi beklenmemekte; aksine ABD’nin her yönüyle kendi çıkarları doğrultusunda şekillenmiş saldırgan politikasını kendi müttefiklerinin de milli (?) Politikası haline getireceği düşünülmektedir.
ABD’nin devlet yapısındaki “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilke ABD’nin varlığının ve dünya üzerindeki hegemonyasının kutsal olan veya olmayan, ABD’nin elli eyaletinin içinde veya dışında, canlı veya cansız ne varsa her şeyden önemli olduğu ve ABD’yi güçlendirmek, ona yönelen tehlikeleri bertaraf etmek onun dünyanın herhangi bir yerindeki çıkarını tesis etmek için bütün yolların meşru olduğudur.
Bu çekirdek politika, ABD yöneticilerine günün koşullarına göre değişilebilen (güncellenen), zaman zaman birbiriyle çatışıyor görünse de aslında birbirini tamamlayan ve hep aynı amaca hizmet eden politikalar üretmelerine imkan sağlamaktadır. Ancak onların siyasi düşünceleri ne olursa olsun bir yörüngenin dışına çıkmasını da engellemektedir.
ABD’nin İslam’la mücadelesi daha önce komünizme karşı uyguladığı “ABD düşmanlarını etkisiz hale getirme” politikasının güncelleştirilmiş biçimidir. Bu mücadelede düşmanın rengi “Yeşil” olmuş, düşmana karşı yürütülecek program da bu doğrultuda yer ve zaman uydurulmuştur.
ABD, Komünizmle mücadeleyi Vietnam ve bazı istisnai örnekler dışında kendisi yapmak yerine Komünizmi kendi varlığı ve çıkarı için tehlike olarak nitelendiren ülke ve grupların eliyle yürütmüştür.
ABD, bu mücadeleyi hem tek hedef olmamak hem de en az maddi hasarla yürütebilmek için müttefiklerine (maşalarına) yaptırmış, onlara lojistik destek vermekle yetinmiştir.”
Aradan geçen dört yıl, “Kekalet Savaşları” kavramını üretecek kadar savaşın başkasının eliyle yürütülmesinden başka neyi değiştirmiştir ki bundan sonraki dört yıl bir değişim getirsin?
Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney’in “bir dönem Katolik hiyerarşisinde kardinal olarak adlandırılabilecek yüksek papalık makamına ulaştığı Moimon Kilisesi, ırkçı yapılanması ile tanınıyor.” Moimonluk, Protestan Siyonist Hıristiyan bir şebekedir. Bu şebekenin mensuplarının İslam düşmanlığı aşikardır. Obama ise, liberal görüşlüdür; Demokrat Parti geleneği içinde davranıyor. Ancak hiçbir Amerikan başkanı, Amerikan devletini aşarak kendi kişisel görüşüyle İslam lehinde veya aleyhinde bir karar alacak güce sahip değildir. Amerikan Dişişleri Bakanları, “Devlet Sekreteri” diye tanımlanıyorsa, Amerikan başkanları da adeta sekreter başıdır. (2)
İslam dünyasında, kimi yapılanmalar, 1950’lerden bu yana Cumhuriyetçilerle kurdukları özel ilişkiyle belli etmek istemeseler de hala Cumhuriyetçilerden yana… Obama içinse neredeyse sandıklar kuruluyor. Obama döneminde ne değişti? İslamofobi üretimine (İslam’ı bir canavar gibi tanıtma girişimine) son mu verildi? Hayır! Aksine İslamofobiye sürekli delil üretildi.
Dünya üzerinde İslam’ın lehindeki hiçbir gelişme, ABD’deki hiçbir yönetimin desteğinin neticesi değildir. Buna karşılık İslam aleyhindeki her projede bütün ABD yönetimlerinin payı vardır.
İslam’ın zaferi, şu veya bu yönetimin desteğiyle değil, bizzat Asr-ı Saadet’te olduğu gibi Müslümanların azim ve kararlılıkla ilahi yardımı hak etmesiyle mümkün olacaktır. Amerika bunu biliyor; bunun için her İslami gelişmeye müdahale ederek onu kirletmeye, onu Allah’a dayanmaktan onu ilahi yardımı hak etmekten uzaklaştırmaya çalışıyor.
Notlar;
1.Burada sözü edilen Tebuk’tür. Daha önce Mute Savaşı da Rumların Arap yarım adasındaki uzantılarına yönelik yapılmıştır.
2.Morimonluk hakkında, 2008’de bu sayfada yayımlanan “Emperyalizmin ileri karakolu Misyonerlik” yazısı okunabilir.