Siyaset, günün gerçekliği içinde değişir. Bugünün ABD siyaseti, 1910'ların ABD siyaseti değildir, 1940'ların ABD siyaseti de değildir.
1910'larda ABD, dünyaya açılmanın hesaplarını yapıyordu, kendisine güçlü Avrupa ülkeleri karşısında dünyanın kapılarını açacak herkese elini uzatmaya hazır duruyordu.
O günlerde dünyanın önemli bir kesimi fiilî istila altında olduğundan ABD'nin dünya ile iletişim kurmak için bulduğu yol Wilson ilkeleri idi. Wilson, “Her halkın kendini yönetme hakkı vardır.” derken alttan alta İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerine meydan okuyor, dünya toplumlarıyla gereksinim duydukları “hürriyet” ve “bağımsızlık” vaatleri üzerinden yakınlaşarak I. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulacak yeni dünyada kendisine bir pay almaya çalışıyordu.
O günün ABD'si için Siyonizm, desteklenecek seçeneklerden biriydi. Ama ABD'nin siyonizme bakışı ne olursa olsun ABD, o günün koşullarında sadece siyonizme oynayamazdı.
1940'lardan sonra ABD'nin karşısında fiilî bir düşman vardı. Sovyetler Birliği, ideolojisiyle dünya halklarını etkiliyor, geniş coğrafyasındaki zenginliklerini kendisine ait bir teknoloji üreterek ABD'nin savaşta çöken Batı Avrupa'nın mirasını ağız tadıyla yemesini engelliyordu.
ABD o dönemde bu güçlü düşmana karşı İslam dünyasına yakın durmayı çıkarına buldu, başlangıçta israil'in kuruluşuna verdiği desteği saklama gereği bile duydu. Ancak İslam dünyasında petrol yataklarını elinde bulunduran Şahlık İran'ı ile Suudi Arabistan ve çevresindeki yapıların Kudüs hassasiyetinin olmadığını görünce cesaretlendi. israil'in kuruluşuna ve büyümesine destek vererek iç ve dış siyasette Yahudilerin desteğini aldı, İran ve Suudi'yi de elinde tutarak İslam dünyasında anti-Komünist cephe üzerinden etkinliğini artırdı. O dönemde Türkiye'nin denklem dışında kalması, Türkiye'de Kudüs'e karşı hep var olan toplumsal hassasiyetin hesaba katılması için bir sebep bırakmadı.
1990'lardan bu yana ise ABD için Sovyetler Birliği gibi bir düşman yoktur. Bu süreçte ABD, sosyalizmin kalıntılarını Clinton, Obama ve Soros'un faaliyetleri ile teslim alırken Bush'un İslam karşıtı doktrinini kararlılıkla sürdürdü.
ABD'nin bugünkü Kudüs siyasetinin esasını bu doktrin oluşturuyor. Bush doktrinini ise Evanjelizmden bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Evanjelizm, bütün badirelerine rağmen ABD siyasetinin asıl belirleyeni hâline gelmiş durumda. Evanjelizm mi ABD'yi kullanıyor, ABD mi Evanjelizmi kullanıyor? Bunun şimdilik tartışılma değeri var mı, bilmiyorum.
Görünen şudur: ABD, Evanjelizm ve ABD çıkarlarını kimin kimi kullandığını belirsizleştirecek kadar sentezlemiştir. İster ABD, Evanjelizmi kullansın, ister Evanjelizm ABD'yi kullansın, ABD, dış politikasını bizdeki seküleristlerin kafalarının almayacağı kadar, değerlere dayanmış görünüyor ve bu değerleri Evanjelizm belirliyor.
Evanjelizm, İngiltere (Büyük Britanya) siyaseti, Protestanlık ve Yahudilik olmak üzere üç sacayağa dayanıyor.
Evanjelizmin İngiltere siyaseti mirası, ona “Böl-Parçala-Yut” diye bilinen bir siyasi taktik kazandırıyor. ABD, bu çerçevede Müslümanlar arasında ihtilafı artıracak her tür girişimi destekliyor. İhtilaf eden tarafları zaman zaman birbirlerine karşı destekleyerek çatıştırırken İslam dünyasında cemaat (ümmet, toplum, birliktelik) anlayışını besleyen her tür kaynağı kurutmak için elindeki olanakları işletiyor.
İngiltere siyasetinin İslam dünyasındaki büyük deneyimi ise mukaddes mekân karşıtı İslamî eğilimlerin Kudüs gibi mukaddes bir mekânın istilasını kolaylaştırdığıdır.
İslam dünyasında mekân hassasiyeti, Kudüs'ün Haçlılar tarafından istilasından önce Hambeliler tarafından fena hâlde yıpratılmıştı. Kudüs'ün istilasından sonra ise Hambeliler, söylemlerinin nasıl bir sonuç doğurduğunu görüp bir bakıma tövbe ettiler, Kudüs'ün Müslümanlar için önemini ifade eden risaleler yazmaya başladılar ve Ümmetin diğer kesimlerinin Kudüs için seferber olmasıyla Bağdat'tan Şam'a doğru açılarak Kudüs'ün yeniden fethi ve fetihten sonra korunması için cihada destek verdiler. Ancak Kudüs'ün yeninden fethinin üzerinden yüz yıl geçmeden alışkanlıklarına geri döndüler ve mukaddes mekân düşmanlığın en üst boyuta taşıyarak her tür mezar ziyaretini dahi kınayacak kadar ileri gittiler. Onların bu muhalefeti, mezhebini var olan mekânlar veya rüyalar yoluyla ihdas ettiği mekânlar üzerinden yayan Şia'nın şiddetli tepkisiyle karşılaştı, iki taraf ya da onların etkisindeki yapılar arasındaki mücadele, İslam dünyasının Haçlı-Moğol istilasından bile yeteri kadar ders almasını engelledi.
Modern süreçte İslam dünyasında mukaddes mekân düşmanlığını, bu mekânlara ancak müzelik olarak katlanan laikler ve bu mekânların tamamına yakınını birer bidat merkezi olarak gören Vehhabilik-Selefçilik yapmaktadır. Birbirine düşman olarak görünen iki taraf arasındaki dayanışma hayret vericidir.
Evanjelizm, Kudüs siyaseti çerçevesinde sekülerizmi desteklerken “tarafçı” ayrılıkçıları ve mekân karşıtlarını onların birbirlerini vurarak İslam dünyasını yıpratmaları için eşit miktarda desteklemiştir.
Evanjelizmin Protestanlık yanı onu Kapitalistleştirirken Yahudi yanı sinsileştirmektedir.
ABD'nin Kudüs siyasetinde Evanjelizmin bu yanlarından her birinin bir oranı vardır. ABD'nin Kudüs siyaseti, bunların bir sentezi, bir toplamı gibidir: Bölücü, çıkarcı ve sinsidir.
ABD, Evanjelist değerler doğrultusunda israil'in üzerindeki kesin hâkimiyetini bir strateji hâline getirmiştir. Bununla birlikte bu stratejiyi yürütürken kendi çıkarlarının zedelenmemesini, İslam dünyasındaki pastadan yoksun kalmamasını sağlayacak önlemler almaktadır.
ABD, İslam dünyasının çatıştırılmasını strateji haline getirmiştir. Bu doğrultuda Vehhabî-Selefçi yapıların mekân karşıtlığını Suudi Arabistan üzerinden destekleyerek İran'ı sahaya çekti, İran, mezhepsel mekânlarına duyduğu ilgiyle Irak, (iç savaşın ilk aşamasında) Yemen ve Suriye'de ABD'yle “ittifaksız uyumlu hareket etme” siyasetti yürüttü. İki tarafın birbirleriyle çatışmadan ama güçlerini de birleştirmeden yürüttükleri mücadele, Arap Yarımadasını yeni bir sürece taşıdı.
ABD, söz konusu süreçte Arap Yarımadasına epey açılan İran'ın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri aleyhindeki tehditlerini kullanarak Suudi Arabistan'ı artık istila edilmiş bir ülke olmaktan bile öteye götüren bir rezalete batırdı.
Bu denklem içinde, mukaddes mekân karşıtı Vehhabî-Selefçi anlayışın Arap Yarımadası'na yeterince yayılmış olmasından dolayı yalnızlaşan Kudüs daha da yalnızlaştı. Yahudi lobisi tarafından Rusya ile bağı olduğu iddiasıyla bir süredir sıkıştırılan ve hakikatte Alman kökeninden dolayı hiçbir zaman Yahudilerin sempatisini kazanmayacak olan Trump, seçimden önce Yahudileri ikna için verdiği Kudüs sözlerine yöneldi. Kendince ABD çıkarlarını hiç zedelemeden (ABD çıkarlarının kıyametinin kopmayacağı bir ortamda) Kudüs kararını aldı, o kararı Müslümanlara küfredercesine israil'in kuruluş yıldönümünde uygulamaya koyuyor.
Varılan noktadan alınacak çok ama çok ders vardır.
Müslümanlar Evanjelist belayı keşfetmek ve onun kendilerine dayattığı her ne varsa ona karşı önlem almak durumundalar. Aksi halde bugün Kudüs, yarın İran, öbür gün İstanbul ve Mekke-Medine…
Güney Asya için suların nasıl kaynatıldığını ise Endonezya'da yaşananlardan anlayabilirsiniz. Endonezya tarihinde ilk kez Kudüs meselesine bu kadar ilgi duymuşken meçhul bombacılar Endonezya'daki Hıristiyan azınlığın kiliselerinde patlatılmıştır.
Bu eylemi yapanların inanç ve şuurları ne olursa olsun bağlarının Kudüs'ü yalnızlaştıran cephenin bir ayağına gittiğinden şüphe kalmamaktadır.