Atasoy Müftüoğlu'nu ziyaretimizde İslam dünyasındaki savrulmaları konuştuk. Böyle entelektüel birikime sahip bir düşünce adamından yeteri kadar istifade edilmeyişi de en azından bu coğrafya için savrulmanın boyutunu ele veren misal gibiydi.
Yazısında ahvalimizi güzel özetliyor. Diyor ki; “hem Avrupa referanslarına, kavram ve kurumlarına tam bağımlı, hem de bu referansların, kavram ve kurumların meşruiyetlerini tartışma liyakatine sahip olmayan bir bünyenin, Avrupa'ya, Amerika'ya sadece söylem düzeyinde meydan okumasının bir anlamı olamaz.”
Öyle ya, sisteminizde, ahkam-ı ilahiyi, geçmişten gelen onca birikime, tecrübeye, uygulama örneklerine rağmen, şer'i kurumlarıyla ve yazılı yazısız bütün kurallarıyla komple yıkmakla kalmayacak bir de o günleri bayram ilan edeceksiniz, habire o yıkıcı ruhu övecek ve yücelteceksiniz, sonra da rejimin ürettiği her mikrobu başka bir mikropla kurutmaya çalışırken bütün faturayı küresel emperyalizmin meşhur şebekelerine keseceksiniz.
Eğitiminizin müfredatında Kur'an-ı Kerim'i, Sünnet-i Seniyye'yi ve devasa İslam Külliyatını değil, İsviçre'li Jean Piaget'in Bilişsel Kuramını, Amerikalı Kohlberg'in Ahlak Gelişim Kuramını, Avusturya'lı Sigmund Freud'un Psikanalizini, Fransız Emile Durkheim'ın Sosyolojisini ve daha nice batılı zevatın imandan, irfandan, ahiretten ve ortak tarih mirasından kopuk fikirlerini, teorilerini esas alacaksınız, sonra da nasıl oluyor ki Müslüman bir toplumdan, batı taklidi sentetik bir nesil çıkıyor, kendi memleketini, kendi insanını, batılı efendilerine peşkeş çekiyor, onların emriyle hareket ediyor diye şaşıracaksınız.
Ekonominizde kendi toplumunuzun dini değerleriyle değil yani İslam'ın çarşı-pazar, alışveriş, faiz, zekâtla ilgili ölçüleriyle değil, tamamen AB ve ABD'nin kapitalist, makyavelist, yöntemleriyle yürütecek ve bundan zerre kadar taviz vermeyeceksiniz, sonra döviz yükseldi, borsa şöyle oldu, faiz uçtu, banka kazandı, zam yapıldı, kepenk kapandı filan diyecek ve batıyı doğrudan ve dolaylı olarak ülkenizin maddi kalkınmasına müdahale etmekle suçlayacaksınız.
Medyanız, bir yandan en rezil yayınlarla, halkın örfünü, geleneklerini, ahlakını, ibadetini hedef alacak, buna karşı ciddi bir yasağınız, engeliniz olmayacak, sonra da o uyuşturulmuş beyinlerle, yaralanmış haysiyetlerle, katılaşmış kalplerle ve silinmiş şahsiyetlerle batının esfel-i safiline düşmüş şımarık, küstah ve kibirli saldırısına neden yeterli tepki yok, neden bir boyun eğmişlik var, neden zillet içinde bir duyarsızlık var diye yakınacaksınız.
Irkçılığın, ulusçuluğun Fransız menşeli olduğunu görecek, başta Osmanlı'nın dağılması olmak üzere bunun çevrenizde ne büyük felaketlere yol açtığını zaman zaman dile getireceksiniz ama, kendi bünyenizdeki farklılıkları yok sayacaksınız. Konuştuğunuz dilin kimlerde nasıl bir hissi kırılmaya neden olduğuyla ilgilenmeyeceksiniz.
Dün Mekke müşriklerine karşı olmak ne ise bugün de ABD'ye, AB'ye ve onların muadili olan bilumum küffara ve mel'unlara direnmek, onları reddetmek yani onlardan beri olmak, onları veli edinmemek bugün imanın ve İslam'ın şartlarındandır. Ancak bunu, onlar maskelerini indirip doğrudan ve açık açık size savaş ilan ettiklerinde konuşmanın ve hatırlatmanın bir faydası olmayacaktır.
Harem Kudüs'e uzanan namahrem ellerin sahipleri, önce şunu bilmeli, “bu Müslümanlar artık bizim karşımıza bizden bağımsız kendi felsefeleri ile, hayata bakışlarını güncellemiş bir halde ve varlığa kattıkları değer ile çıkıyorlar. Kendi içlerindeki urlarımızı, uzantılarımızı koparmış olarak çıkıyorlar. O zaman bunlardan korkulur.”
Elhasıl günahlarla alûde bir kimsenin şeytana meydan okuması ne kadar trajikomik ise, deccalin avlusundan çıkmadan kendisine öfkelenmek de öyle hazin ve mizahidir.
Zira onların legolarıyla kurulmuş oyuncak tapınaklara ve onun bütün şövalyelerine ve rahiplerine yaslanmayı bırakmadan ve yeniden kendi düşünce ve amel dünyamızı inşa etmeden, ‘batının kendisine değil, hile ve tuzaklarına karşıyız' demenin egoları tatmin etmekten başka bir kıymeti yoktur.