Tuhaf bir süreçten geçiyoruz. İslam dünyasını saran kanlı politikalar bir tarafa, kanlı politikalar etrafında tavır belirleyen Türkiye'deki İslami kesimler açısından da durum oldukça tuhaf görünüyor.
Kanlı politikalar karşısında İslam dünyasındaki iç dinamiklerin allak bullak olduğu konusunda herkes hemfikir. Buna etki eden dış dinamikler konusunda takınılan yanlı tavırlar ise çoğu zaman tepkilerde ölçüsüzlük, hatta anlamsızlık olarak karşımıza çıkıyor.
Çatışmalara doğrudan taraf olan silahlı unsurları hariç tutsak bile kanlı süreçlerin yaşandığı tüm alanlarda her gün Müslüman sivil halk katlediliyor. Sadece bu da değil, geride kalanlar ise kitlesel şekilde talan ediliyor, göçe zorlanıyor, göç yollarında her gün yüzlercesi denizlerin soğuk sularında kaybolup gidiyorlar.
Yaşanan tablo karşısında sergilenen “İslamcı tavır” tam da bu noktada tuhaflaşmaya başlıyor. İsterseniz bunu aynı saha üzerinde cereyan eden iki farklı hadiseyle somutlaştırmaya çalışalım;
Halep kuşatmasını, şehrin rejim kontrolüne geçmesini, bu süreçte yaşananları ve özellikle Türkiye'ye yansımalarını hatırlayalım.
İslami kesim belki hiç olmadığı kadar bir tepki ortaya koydu. İslamcılar sorumlu tutulan İran ve Rusya elçilikleri/konsoloslukları önüne akın ediyor, hınçlarını buralardan çıkarmaya çalışıyorlardı. Hatta tepkisellikte hızını alamayan bazı kesimler, işi “iç piyasa” malzemesi haline getirip falan kesim neden bizim gibi tepki göstermedi, neden mezhepsel tartışmalardan uzak durup bizim gibi mezhep lejyonerliğine soyunmadı kabilinden argümanlarla iç piyasada suçlu avına çıkmaya başlıyordu.
Nitekim suçlu avına çıkan avcılar HÜDA PAR üzerinde karar kılmış, Halep eksenli entrikacı tutumun en büyük suçlusu olarak yine HÜDA PAR ilan edilmişti.
Son olarak yaşanan kimyasal saldırı faciasında da yine benzer tepkiler ortaya konulmuştu.
Örneklemek istediğim diğer bir hadise ise yine Suriye'den!
BBC'de geçen “küçücük” bir haber!
Haber, İngiltere merkezli “İnsan Hakları Gözlemevi” kaynaklı. Hani şu İslamcı kesimi haber akışlarıyla besleyen “Gözlemevi!”
Habere göre ABD, Rakka operasyonu sürecini kapsayan 23 Şubat - 23 Mart arası 220,
23 Nisan - 23 Mayıs arası ise 225 sivili katletmişti. Bu bilanço sadece iki aylıktı. Bu rakam, İslamcı hassasiyeti Rus-İran konsoloslukları önüne sevk eden birçok katliamın bilançosundan daha berbattı. Bu kadar sivil öldürülünce yanında mutlaka daha fazla yaralı ve daha çok yıkılmış evler, enkazlar olmalıydı, ama haberde bu ayrıntılara yer verilmemişti.
İtiraf edeyim ki BBC bunu haber yapmasaydı, “İslamcı bültenleri” sıklıkla takip etmeme rağmen bundan haberim olmayacaktı!
Şimdi şunu soralım;
İki katliam arasındaki fark neydi ki birisinde öfke patlaması yaşanırken diğeri haber konusu bile olmadı, olamadı?!
Elbette bunun gibi nice dramatik örnekler vardır.
Mesela IŞİD operasyonlarında ABD uçakları öncülüğünde Irak'ta sürdürülen harekâtta bugüne kadar kaç sivil katledildi?
Mesela bir yıldan fazladır Suudi öncülüğündeki koalisyonun harabeye çevirdiği Yemen'de tıpkı Suriye'de olduğu gibi bugüne kadar kaç masum sivil katledildi?
Mesela Türkiye'nin israil'le başlayan “normalleşme” ilişkisinden bu yana çoğu kez haberlere bile konu olamayan olaylarda bugüne kadar kaç Filistinli katledildi?
Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Açıkçası katliamlar arasında “seçicilik” kuralı işletiliyor. Beterin beteri ise katledilenler değil, katillerin kimliği “İslamcı tepkiyi” belirliyor.
Katillerin kimliği, ABD/israil/Suudi Birleşik Devletleri'nin yeni siyasal perspektifi doğrultusunda mezhepsel zemine çekilecek türden ise İslamcı cenahın tepkisi ve “Adil şahitlik” duygusu depreşmeye başlıyor.
Katil kimlik, mezkûr üçlüyü teğet geçiyorsa bu kez farklı bir kural işletiliyor!
Bu durumda katliamlar kamuoyundan gizleniyor, haberleştirilmekten imtina ediliyor, haberleşmeyince kimsenin gündemine girmiyor, gündeme girmeyince de tepki oluşmadığı gibi “Adil şahitlik” görevi de kurda kuşa yem edilmiş oluyor.
Maalesef “İslamcı cenahın” durumu bundan ibaret! Ve durum sadece buralarla sınırlı değil, Trump'la raksa kalkan tüm diyarlarda artık tablo bundan ibaret!