Geçen hafta Türkiye'de ilk defa Adalet Şurası yapıldı. İki konuşma dikkat çekiciydi. Birincisi, Adalet Bakanı Gül'ün, “Tek derdimiz var, milletimiz adına karar veren yargı mensuplarımıza milletimizin güvenmesi ve adalete güven duygusu” cümlesi.
İkincisi ise yazar Alev Alatlı'nın, "Türkiye'de ve yurt dışında, bizim, gözleri fal taşı gibi açık, koruyan, kollayan, ne olduğunu anlamaya çalışan hakimlere ihtiyacımız var. Roma hukukunun gözleri bağlı tanrıçası bize göre değil " sözleriydi.
Bundan tam beş yıl önce yani 2013 yılının başlarında o dönem Başbakan Yardımcısı olan Bülent Arınç şöyle diyordu: “Ha bir itirafta da bulunayım. Kalkınmamız çok iyi, ama adaletin biraz da desteğe ihtiyacı var. Adaletin saraylarını yaptık, ama adaletin kendisini biraz arıyoruz, bulmaya çalışıyoruz. Adalet kutup yıldızı gibi, insan yolunu kaybetse, ona bakıp yolunu bulacak.” O adaletin hâlâ kayıp olması bu beş yıl içinde de nice kurban aldı ve almaya devam ediyor.
Malum, adalet, Ankara'da Yargıtay binası önünde Yunan masallarında Themis, Roma'da ise Justita diye geçen elinde haçlı kılıcı, gözü bağlı bir kadınla alegorik biçimde anlatılıyor. Tabi mezkur zırvalarda bakire olduğu da belirtildiği için bunu anlatmayı da heykeltraşların maharetine havale etmişler.
Hatırlanacağı üzere, geçen yıl Mayıs ayında da şu masum alimleri, meşhur adaletiyle(!) idam eden Bangladeş'te de aynı heykel dikilmiş ve halkın bu edepsizliğe verdiği tepki üzerine oradaki laik Hasina yönetimi dahi, bu Yunan'ın burada ne işi var deyip kaldırtmıştı.
Ve 2009 senesinde Ankara'da, Anayasa Mahkemesi binası açılınca önüne dikilen masal figürü bu defa ay yıldız kolyeli ve gözleri açık idi. Yani sanki, mahkeme yükselince gözündeki bağın çözülmesi fikri AYM'nin son kararıyla çürümüş oldu.
Oysa nerede bir şeyler resimle heykelle iddia ediliyorsa, kastedilen şeyin orada olmadığını anlamak için ABD'deki özgürlük anıtına, batıdaki Meryem ana temsillerine, doğudaki oturan Buda'lara filan bakmak yeterliydi.
Lakin konuyu tanrıça basitliğine indirgemek de oldukça ucuz bir yaklaşımdır. Zira Mısır'da, Sisi'nin ‘darbeli adalet' dağıttığı mahkemelerin duvarında, adaleti emreden ayetler yazıyor. O nedenle, “Adalet Mülkün Temelidir” yani “el adlü esas-ül mülk” sözü aynı duvarda büstü bulunan zata değil, İbn-i Haldun'a aittir diye çırpınmanın da bir kıymet-i harbiyesi yok.
Adalet için öyle şatafatlı binalara da, belağatli laflara da gerek yoktur. Ortada acilen kaldırılması gereken bir yaralı var, hastaneye yetiştirilmesi gereken bir hasta var. Geciktirdikçe acıtan bir dram var.
Evvela bireyden ya da sistemden kaynaklı suiistimallerin, menfi algıların, dönemsel korkuların, haksız ithamların tutuşturduğu yangınlar söndürülmelidir.
İstişareden, fikir alışverişinden daha isabetli bir başlangıç olamaz eyvallah. Peki o zaman acaba hangi şurâda, çeyrek asırdır demir parmaklıklar arkasına hapsedilmiş hakikatlerin hürriyetine sıra gelecek?
Heykel heykel serpilen devletin o soğuk binalarının önünde gözü bağlı kadına bile derdini anlatırken, yılgınlığın kılıç gibi biçtiği kalpler, hasılı rejimin terazisinde çok hafif gelen o mahkum yakınlarının yıkık hayalleri, hangi mecliste, tamir edilecek?
Yoksa, suçsuz, masum, mağdur ve mazlum oldukları herkes tarafından bilinen nice mazlum içerdeyken dışarıda sempozyum, konferans, panel, seminer adı her neyse toplantı üstüne toplantı yapmanın, adalet için Justita heykeli ile saray yapmaktan ne farkı vardır?
Ve madem ki tek dert adalete güvenin tesisidir. O halde bugünden tezi yok, her kurum, her çevre, her okul, her çarşı, her salon, her yayın, her proje, her idare buna odaklanmalı, bunun için yazmalı, konuşmalı, düşünmeli, harekete geçmeli, üretmeli.
Yoksa adaletteki güven bunalımı ülkenin çevresindeki güvensizlikten daha hızlı ve daha büyük zararlara yol açmaya devam edecektir.