İnsanoğlunun kibri ve iktidar hırsı tarihin hiçbir döneminde günümüz kadar tavan yapmamıştı. Geçmiş dönemlere baktığımızda, kibir ve iktidar hırsıyla öne çıkanlar ya bir fert, ya bir grup ya bir iki ülke olurdu; ama bugün neredeyse insanların, grupların, devletlerin tamamına yakını bir ilahlık edası içinde ‘ben ben!' diyor.
Kendisi dışındaki herkesi ötekileştiriyor, ona hayat hakkı tanımıyor ve zulme adalet(!), savaşa barış(!), vahşete cicilik(!) elbisesi giydiriyor.
Israrla yalanını algıda normalleştiriyor, yıkım ve tahribini insan hakları(!) demagojisiyle bir müddet sonra inandırıcı kılıyor. Öyle olmuş ki mazlumlar, mağdurlar, biçareler yağan bombalara mı, talan olan beldelerine mi, virane olan şehirlerine mi, yakılan ekinlerine mi, öldürülen canlara mı, peşkeş çekilen iffetlerine mi ağlasın, yansın, yakılsın, feryat edip imdat istesin yoksa kibirli endamlarıyla kanları üzerinde ‘hak, barış, özgürlük'(!) nutuklarına mı ağlasın, yansın, yakılsın?
Örnek mi, sayamayacağımız kadar çoktur. Son on gün içindeki örnekler bile ‘vahşette sırtlanı aratmayan; ama vahşetine timsah gözyaşları dökmekten' de çekinmeyen tağutların sayısının kabarıklığını göstermeye yeter de artar bile.
Son yüz elli yıldır dünyanın üçte birini işgal edip Cezayir, Uganda, Mali, Cibuti… gibi ülkelerde milyonları katleden Fransızların Paris'teki saldırılar sonrası ‘ifsat ediciyken, ıslah edici' pozisyonuna bürünmesini mi sayalım,
Dünyanın tüm kıymetlerini ha insani boyuttan, ha mal yönünden, ha yeraltı zenginlikleri açısından ‘deveyi havuduyla yutarcasına' hırsla sömürüp semiren ve aç kurtlar misali habire ‘Irak, Suriye, Mısır, Filistin, Arakan…' gibi mazlum beldelerine çöken G-20 ağababalarının adalet ve hak dağıtıma talip olmalarını mı sayalım,
Bir türlü ayı nitelemesinden kurtulup insani bir hüviyet kazanamayan marksizm, komünizm gibi her türlü küfür akımının taşıyıcısı olan; yüzyıllardır sıcak sulara inme hasretiyle kandan beslenen; Afganistan, Çeçenistan, Ukrayna örneklerinden kibrini ve katilliğini bildiğimiz Rusya'nın Suriye'de huzur(!) adına sivil avına çıkışını mı sayalım,
Bir yıl önce henüz anne karnında olan kuzuya, bir yıl önce suyumu bulandırdın deyip uyanıklık(!) ve akıllılık(!) ayaklarına yatan kurt misali kırk yıl önce yapılan bir tercihi bugüne taşıyıp Bangladeş'in iman öncülerini ‘vatana ihanet' suçlamasıyla dünyanın gözünün içine içine bakıp Batılı ağababalarına ve inek tapıcı Hindulara yalakalık yapan Hasina Vecid xainesinin rahat endamla sırıtmasını mı sayalım,
6-7 Ekim olaylarında ortada gözükmeyen, Yasin Börü ve arkadaşlarının sadece İslamî kimliklerinden dolayı katledilmesine çanak tutan, aman benden uzak anlayışıyla kör kesilenleri mi; canileri, ortada var olan delillere rağmen tutuklamayıp tutukladıkları caniler üzerinde hukuk şovmenliği yapan ve zamanın üç Alilerine oynamaya aday olup yargılama sürecini sulandıranları mı sayalım…
Zulüm sarhoşluğu içinde kibirle yalpalayanlar, etrafındaki korku ve menfaate esir askerleriyle yenilmez oldukları hayalleri kurarlar. Bu hayaller, idrâklerini öylesine köreltir ki bir an her şeyi kendi güçlerine bağlarlar.
Firavun ve Nemrutlar değil miydi küçük varlıklara mağlup olanlar?
Kimi bir su dalgasıyla kimisi topal bir sivrisineğin musallat olmasıyla helâk olmadı mı?
Günümüz zalimleri de sevinmemeli; bilmeliler ki zulüm ve vahşetleri bumerang misali dönüp onları; mazlumların yükselen öfkesiyle dört elle sarıldıkları dünyalarını alt üst edecek ve de Ahiretin adil terazilerinde hesapları sonsuzluğa eşdeğer bir azaba tebdil edilecektir.
Dünyadaki gelişmeler, zahiren ixtilaf, ayrılık, çatışma olsa da “Su bulanmadan durulmaz, ayrık otları ayrışmadıkça tarla verime durmaz!” hakikatiyle her doğum sancılıdır.
Adaletin yakın doğumu şimdiden mübarek olsun!