Bir Müslüman, konjonktüre göre ya da siyasi çıkarları göz önünde bulundurarak tavır belirleme seçeneğine sahip değildir.
Ölçülerimiz vardır ve bazen eylemlerimizde yanılsak bile ölçülerimizi doğru bir şekilde dillendirmek durumundayız.
Kimi doğruların bile her zaman ve her yerde söylenmesinin doğru olmadığını, hikmetli davranmanın esas olduğunu söylemiş öncülerimiz.
Asıl olan ifsada engel olmak ve ıslaha çalışmaktır.
Bu şekilde giriş yapmamın nedeni son üç aydır yaşanan olaylardır.
PKK'nin 6-8 Ekim'de başlattığı saldırganlığın Cizre'de bir daha kendini belirginleştirmesinden söz ediyorum.
Olaylara yalın bir şekilde bakalım:
PKK ve türevleri 2006'dan beri İslami STK'lara karşı saldırılarda bulunuyorlar.
Önce derneklere yönelik yüzlerce saldırı gerçekleştirildi, sonra Hür Dava Partisi temsilcilikleri de hedef alındı.
Ubeydullah Durna adlı kardeşimiz Yüksekova'da dernek binasının çatısındaki yangına engel olmak isterken silahla vurularak şehid edildi.
Seçim sürecinden sonra Mehmet Uğurtay, planlanmış bir suikastla şehid edildi.
Batman'da Özcan Temel adındaki şahsın öldürülmesinde bir komplo teşebbüsünde bulunuldu; ama komplocular başarısız oldular. Kirli komplonun birçok ayağı var ve zamanla tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkması herkesin temennisidir.
Ve 6-8 Ekim vahşeti…
Bu coğrafyanın ender olarak gördüğü bir vahşet ve barbarlık sergiledi PKK çeteleri.
Hüda Par'a yakın duran tam 8 Müslüman, çeteler tarafından şehid edildi.
Dernek binaları ve parti temsilcilikleri yakıldı, işyerleri yağmalandı, araçlar tahrip edildi.
Hazırlıkları önceden yapılmış, silahlı grupların eşliğinde gerçekleştirilen bir imha operasyonuydu yapılan. Buna karşılık PKK'nin sapkın ideolojisine teslim olmayan Müslümanlar kendilerini savunma yoluna gittiler.
Yalan ve iftirada sınır tanımayan PKK ve uzantılarının olayı çarpıtmasına diyeceğimiz bir şey yok; ama İslami kesimden bazılarının olayları “PKK-Hizbullah” çatışması diye lanse etmesinin adaletle hiçbir alakası yoktu.
PKK dağıttığı bildirilerle açıkça kendi şemsiyesi altına girmeyenlerin bölgeyi terk etmelerini aksi takdirde öldürüleceklerini söylüyordu; ama sanki nu hiç görülmüyordu.
Dertleri ne idi bu kesimlerin?
Yoksa delilsiz ve mesnetsiz olarak dillerine pelesenk ettikleri iftiralarının çökeceğinden mi korkuyorlardı?
Aslında o iftiralar birer “Beyti'l Ankebut” mesabesindeydi ve birer birer dağılmıştı; ama göz görmemek için diretince yapacak bir şey yoktu.
Evet, bazıları 90'lı yılların ciddi ciddi gündeme gelmesinden endişe ediyordu.
PKK'nin şimdi yaptıklarının aynısını o zaman yaptığı ortaya çıkacaktı.
Evet, PKK o zaman bölgede kendi tasallutunu kabul etmeyen Müslümanlara üç seçenek sunmuştu: Ya bölgeyi terk edecek, ya PKK'ye katılacak ya da öldürüleceklerdi.
Bazı insanlar direnemeyip önce kırsalı sonra da şehir merkezlerini de terk edip büyük şehirlere göç ettiler.
Direnişi seçen Müslümanların işi zordu.
Kendilerini savunmadıklarında PKK saldırısına uğruyor, savunduklarında da devletin baskısına maruz kalıyorlardı.
Zindanlara atılanlar, işkencede şehid edilenler vardı.
Tüm bu tabloya rağmen kirli bir enformasyon çalışması yürütüldü ve yalanlar zihinlere kazındı. Kirli bir savaş yürütüldü.
Ve geldik bu günlere…
Adaletle davranan herkes şimdi yaşananlar ile 90'lı yıllar arasında pek bir farkın olmadığını görecektir.
PKK yine kimseye hayat hakkı tanımıyor, yine vahşi cinayetler işliyor, Müslümanlar yine kendilerini savunmak zorunda kalıyorlar.
Mü'min adil olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim, mü'minleri “adil şahitlik”te bulunmaya çağırıyor.
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Maide/8)