Bir an için dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir Sosyalist fraksiyona ait Sosyalist militanların Amerikan güçlerini yendiğini ve ülkenin başkentine girdiğini düşünelim. Sosyalistler nasıl da naralar atar, kapitalizm aleyhindeki söylemlerini canlandırır! Biz, küllerimizden yeniden doğuyoruz, derler. O ülke, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun bir yolunu bulur, oradaki başarılarını İslam aleyhinde yorumlarlardı.
Afganistan’da çok farklı bir durumla karşı karşıyayız: Taliban Harekâtı, ABD’yi ülkeden çıkaracak savaşın sonuna geldi. ABD güdümlü hükümet pes etti. Taliban, ülkenin başkentine girdi.
Bu tablo karşısında Sosyalist hesaplar, bir kez daha irtica edebiyatı yapıyorlar, İslam şeriatı aleyhine fütursuzca hakarette bulunuyorlar. Afganistan’da yaşananlar üzerinden Müslümanları tahkir edip emperyalizmin İslamofobi projesinin nasıl da ulusal nalı oluyorlar!
Bu propaganda furyası içinde başka yerlerde yaşananlar gibi Afganistan’da yaşananların anlaşılması güçleştirilmeye çalışılıyor.
Öte yandan tarih araştırmalarında anakronizm, yani vakanın zaman ve zemininden koparılarak aktarılması ne kadar riskli ise güncel siyasi ve sosyal vakalarda, uzağında olduğumuz bir vakayı içindeymiş gibi değerlendirmek öylesine sorunludur.
Ümmet hissiyatı, Müslümanların büyük zenginliğidir. Ancak bu hissiyatın çizgisinden çıkarak uzağında olduğumuz vakaların içindeymiş gibi değerlendirme yapmamıza, taraf tutmamıza, kendimizi başarının ortağı veya yanlışın suçlusu gibi görmemize yol açması çok ama çok risklidir.
Analizimizde bu yaklaşım içinde Afganistan’da Taliban hareketinin zaferini değerlendireceğiz. Önce Taliban’ı tanıtacağız, ardından bugünkü süreci getiren Doha Anlaşması’ndan söz edeceğiz ve nihayetinde Afganistan’ı bekleyen muhtemel gelişmeleri anlatmaya çalışacağız.
TALİBAN: SELEFÇİ ZANNEDİLEN HANEFİ BİR HAREKAT
Afganistan’da nüfusun yaklaşık yarısını Peştunlar oluşturuyor. Peştunlar aynı zamanda Afganistan’ın devlet geleneğine sahip kavmini oluşturuyorlar. Geçmişte Peştunlar, başka gruplarla birlikte daha çok Gülbeddin Hikmetyar’ın Hizb-i İslâmî partisinde temsil edildi. Pakistan gibi devletler de baştan itibaren Peştunların Afganistan’ın devlet geleneğindeki yerini dikkate alarak onları temsil eden gruplara yakın durdular.
Pakistan gibi ülkeler, Afgan iç savaşı sırasında Hikmetyar’ın Hizb-i İslâmî partisini desteklediler. Ancak Hikmetyar’ın başarısızlığı onları yeni arayışlara itti. Bu koşullar içinde Molla Muhammed Ömer ve talebeleri, 1994'te Peştunluların yoğun olarak yaşadığı Kandahar bölgesinde Taliban adıyla yeni bir grup kurdular.
Molla Ömer, milliyet olarak Peştun, mezhep olarak Hanefi, tarikat olarak Nakşibendî’ydi. Peştun milliyeti, Hanefi mezhebi ve Nakşibendi tarikatı gibi üç kot Afganistan’da taban bulma açısından önemliydi. Molla Ömer’in Güney Asya’da etkin Diyobend Medresesi geleneğinden gelmesi ona ayrıca bir avantaj sağladı.
Pakistan, bazı Arap ülkeleriyle birlikte tereddütsüz Taliban’ı destekledi. Taliban da Afganistan’daki karışıklıktan doğan mağduriyetlerle Peştun toplumunun taleplerini buluşturarak Afganlara hitap etti ve kısa sürede geniş bir tabana ulaştı. O taban üzerinden 2-3 yıl gibi kısa bir sürede ülkenin önemli şehirlerini ele geçirdi. Öyle ki Herat gibi bazı eyaletler, kendiliğinden Taliban’a teslim oldular.
Hızla yol alan Taliban, 1996’da Kabil’i ele geçirip Kuzey bölgesi dışında ülkeye hükmetmeye başladı. Bununla beraber Tacik asıllı, Cemaat-i İslâmî liderlerinden Ahmed Şah Mesud önderliğinde Kuzey İttifakı adı altındaki muhalefet yapısı; ABD ve bazı çevre ülkelerin de yardımıyla Taliban’a karşı savaşmaya devam etti.
Bu sırada Suudi Arabistanlı iş adamı ve el-Kaide örgütünün kurucusu Usame b. Ladin'in Afganistan’da olduğu öne sürüldü.
ABD, 1998'de Kenya ve Tanzanya'da pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan eylemlerden Usame b. Ladin’i sorumlu tuttu, Taliban'dan onu teslim etmesini istedi. Taliban'ın talebi reddetmesiyle ABD ile Taliban arasında düşmanlık süreci başladı.
11 Eylül 2001'de üç bine yakın kişinin öldüğü Dünya Ticaret Merkezi (İkiz Kuleler) saldırısından Amerika, yine Usame b. Ladin'i sorumlu tuttu. Saldırıdan 27 gün sonra 7 Ekim 2001'de 40 NATO ülkesiyle birlikte, Usame b. Ladin’i yakalama bahanesiyle Afganistan'ı işgal etti.
ABD’nin Afganistan’daki faaliyetlerinde binlerce sivil, kadın, çocuk, Kur’an-ı Kerim Kursu talebesi, medrese talebe ve hocası katledildi.
BM Afganistan Yardım Misyonu'nun (UNAMA) raporuna göre, sadece 1 Ocak - 31 Mart 2019 tarihleri arasında ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun saldırılarında 305 sivilin öldürüldüğü düşünülürse ABD operasyonlarının kahredici sonuçları anlaşılmış olur.
Amerika’ya ait resmi ABD’nin Sesi (VOA) sitesinde yer alan “Afganistan'da Geçirilen 20 Yıla Değdi mi?” başlıklı bir habere göre “ABD Savunma Bakanlığıyla savaş zayiat ve maliyetini hesaplayan bir projeden elde edilen verilere göre, ABD’nin Afganistan’daki savaşında 2 bin 448 Amerikan, 1144 NATO ve müttefik ülke askeri, 47 binden fazla Afgan sivil ve en az 66 bin Afgan asker ve polisi öldü.”
ABD’nin sınırsız ve kuralsız savaşına rağmen Taliban, ABD karşısındaki direnişini sebatla sürdürdü ve nihayetinde ABD’ye Afganistan’da hedeflerine ulaşamayacağını öğretti.
TALİBAN NASIL BİR DEVLET ÖN GÖRÜYOR?
Taliban, başlangıçta kendisini destekleyen dış unsurlar ve kendisine sığınan kişi ve yapılardan dolayı Selefi bir hareket olarak bilindi. Ancak son yıllarda harekatın Vehhabî/Selefi değil, Hanefi-Maturidî bir çizgide olma iddiasında olduğu anlaşıldı. Örgüt, kapalı bir kutu gibi durduğundan ancak onların beyanlarına bakarak nasıl bir devlet ön gördüklerini söyleyebiliriz.
Kendi beyanlarına göre Taliban,
“Hilafete dayalı bir İslâm devleti kurmayı, bu İslâm devletini İslâm ulemasına dayandırmayı, tesettürü sağlamayı, ahlaksal suçlara son vermeyi, ülkeyi dış düşmandan koruyacak bir orduya sahip olmayı, devletin her noktasında emr-i bil maruf ve nehyi anilmünkerde bulunacak bir heyet oluşturmayı, zekât ve öşür toplamak ve İslâm'ın emrettiği şekilde harcayarak ülkenin iktisadını düzeltmeyi hedeflemiş bir harekettir.”
“Medreseye büyük önem veren Taliban, bütün eğitimi medrese çatısı altına almakta; kadınların eğitimi konusunda ise kadının yerinin evi olduğuna inanarak eğitiminin evinde bir yakını tarafından verilmesi gerektiğini düşünmektedir.”
“Taliban, Hindistan ve Pakistan eğitimli kurucularının etkisiyle Maturidî-Hanefî çizgisini çok önemsemekte; Hanefî mezhebini fıkıhta resmi mezhep olarak kabul etmektedir.”
Taliban, Cemaat-i İslâmî ve İhvan-ı Müslimin'i eleştirmekte; kendisini onlardan farklı bir hareket olarak değerlendirmektedir. Örgüt, Afgan cihadına katılan grupları ise çalışmalarına izin verdikleri, kendisine yakın olanlar ve düşmanları olmak üzere üçe ayırmıştır. İnkilâb-ı İslâmî ve Peştun Mevlana Yunus Halis'in Hizb-i İslâmî'sini kardeş cemaatler görmüş; diğer gruplardan Müceddidi ve Geylanî'nin harekâtlarını kınamakta, Kabil hükümeti içinde yer alanları ise düşman bilmiştir. Bununla beraber Taliban, kendi bölgesinde hiçbir hareketin partileşmesine izin vermemiştir.
“Halkın cuma namazına zorlanmasını devletin vazifeleri arasında gören Taliban, erkeklere sakal bıraktırmayı, sarık sardırmayı, bıyıkların uzatılmasını engellemeyi, savaşa teşvik edici müzik dışında müzik dinlemeyi, saygı amaçlı resim asmayı engellemeyi devletin emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifeleri arasında görmektedir.”
“Demokrasiye karşı çıkan Taliban, İslâm'da şuranın emir açısından danışma amaçlı olduğunu emiri bağlamadığını, son sözün Emire ait olduğunu düşünmekte; bununla birlikte uygulamalarında şurayı öne çıkarmaktadır.”
“Taliban'ın tam bir teşkilat şeması yoktur. Ama en tepede “Emirü'l-Mü'minin” unvanıyla harekâtın emiri bulunmakta; icraatlar ise onun naibi tarafından yerine getirilmektedir. Emir, Halifenin bütün vasıflarına sahip kabul edilir ancak toplum arasında pek görünmez, onun yerine naibi toplumla muhatap olur. Şu anki Taliban emiri hakkında çok şey bilinmeyen Hibetullah Ahundzade’dir. Emirin naibi ise bilindiği kadarıyla Molla Muhammed Hasan'dır.”
“Taliban'ın icra komisyonları Meclis-i Hakim ve Meclis-i Vüzera'dan oluşur; her iki meclise de emirin naibi başkanlık yapar. Danışma meclisi olarak ise Taliban'ın Meclis-i Şura-i Merkezî ve Meclis-i Şura-i Ala olmak üzere iki meclisi vardır. Her iki meclisin de sabit iki üyesi emir ve naibidir; diğer üyeler ise onların davet ettikleri ve muayyen olmayan kişilerden oluşur. Taliban fıkhî meselelerini ise Darü'l-İftai'l-Merkezi'ye havale eder.”
Dış ilişkiler konusunda Taliban Sözcüsü Zebihullah Mücahid'in eş-Şarkü'l-Avsat gazetesine verdiği demeçte, “Suudi Arabistan'ın kendileri için farklı bir yerinin olduğunu ve her zaman Suudi'ye yakın olmak istediklerini; İran konusunda ise Amerikan işgaline karşı olan bütün bölge güçleri ile işbirliği yapabileceklerini” belirtmiştir.
Pakistan ve Suudi Arabistan'la geçmişten beri sıkı ilişkileri olan Taliban'ın aynı zamanda ABD ile savaş halinde olması örgütün paradokslarındandır. Ancak Taliban, son dönemde Suudi Arabistan’la ilişkilerini gözden geçirdi. Katar’a yaklaştı ve İran’da ofis açtı. Bu dönüşüm, Taliban’ı son sürece vesile olan Doha Antlaşmasına kadar getirdi.
DOHA ANTLAŞMASI
Aradan geçen yıllar Afganistan’da bütün tarafları yordu ama Taliban dinamizmini bir şekilde korudu. ABD, Soğuk Savaş sonrasında, “Amerikan yaşam tarzını korumak için küresel sistemin ekonomik ve teknolojik lideri olarak kalmayı ve Üçüncü Dünya ülkeleri arasından statükoyu bozacak radikal bir gücün çıkmasını ve böyle bir eğilimi kolaylaştıracak kitle tahrip silahlarının yayılmasını engellemeyi” hedef edindi. Bu çerçevede “Avrasya'nın tek bir siyasi-askeri gücün etki sahası ya da egemenliği altına girmesini önlemeyi” önemsedi!
Bu doğrultuda ABD, bir yandan Orta Asya ve Afganistan'da İslamî yönetimlerin kurulmasını kendisi açısından tehdit olarak görürken bu coğrafyanın Çin veya Rusya'nın hakimiyetine girmesini de “Amerikan yaşam tarzı” açısından tehdit olarak değerlendirmektedir.
ABD, 2020’de hem savaş yorgunu olarak hem bu ikilem içinde Taliban’la anlaşmayı seçti. Katar’ın başkenti Doha'da gerçekleşen bir dizi temasın ardından nihayet 29 Şubat 2020'de ABD ile Taliban arasında anlaşma sağlandı. Söz konusu tarihteki imza töreninde birçok ülkenin temsilcisinin de yer aldığı,
"Afganistan'a Barışı Getirme Anlaşması" diye adlandırılan bu anlaşmanın gerçekleşmesi için öne sürülen bazı ön şartlar şunlardır:
-Taraflar arasında yapılan ateşkese iki tarafın riayet etmesi ve iki tarafın da ateşkesi bozacak adımlardan kaçınması,
-ABD'nin Afganistan'da tehdit olarak gördüğü el-Kaide ve DAEŞ gibi örgütlerle Taliban'ın birlikte hareket etmemesi ve bunlara karşı mücadele etmesi,
-Anlaşmanın imzalandığı tarihten itibaren ABD'nin Afganistan'daki 5 askeri üstte bulunan 8600 askerini 135 günlük zaman diliminde azaltması ve anlaşmanın şartları sağlandığı takdirde, 14 ay içinde ABD ve NATO askerlerinin Afganistan'dan çekilmesi,
-10 Mart'a (2020) kadar Taliban'ın ve Afganistan Devleti'nin yakalamış olduğu ve şu an hapiste bulunan esirlerin karşılıklı olarak serbest bırakılması,
-Esir takasının ardından 10 Mart'tan itibaren Afganlar arası diyalogun başlaması.
AFGANİSTAN’DA NE OLACAK?
Taliban, tam olarak bilinen bir hareket değildir. Dolayısıyla yarın ne yapacağıyla ilgili muteber bir tahminde bulunmak da mümkün görünmüyor. Bununla beraber Doha Antlaşması’nın şartlarına bakıldığında Taliban’ın ABD’ye, zaten sönmekte olan el-Kaide örgütünü desteklememe sözü verdiği anlaşılıyor. DAEŞ ise bir süredir Afganistan’da odaklanıp Taliban’a karşı bir tür savaş hâlindedir. Dolayısıyla Taliban’ın da düşmanı sayılır.
Görüldüğü kadarıyla Taliban, ABD’ye İslam şeriatını uygulamama yönünde herhangi bir söz vermiş değildir.
Taliban’ın önündeki iki sorun ülkenin adı ve yeni iktidar yapısıdır. Afganistan’ın yeni adı ne olacak? Taliban’ın Peştun ve Sünni çoğunluğa dayalı bir devlet yapısı ön gördüğünden kuşku yoktur. Taliban’ın Peştunca dışındaki diller karşısında da olumsuz bir tutum içinde olması beklenemez. Zira Taciklerin konuştuğu ve Darice denen Afganistan Farsçası, ülkenin kabul görmüş bir gerçeğidir.
Mezhep taassubu konusunda da Taliban, İran’la ilişkiler çerçevesinde mezhepsel azınlığa karşı tutumunu yumuşatmış görünmektedir.
Bütün mesele Taliban’ın içeride etnik ve mezhepsel azınlıkları tam olarak tatmin edecek, onların ABD’nin safına gitmesini engelleyecek, dışarıya karşı ise İslam’ın tarihsel itibarını zedelemeyecek bir sistem inşa edip etmeyeceğidir. Ne yazık ki bu, henüz belirsizdir.