“Ağustos'un sıcağına bir damla rahmet bir nefes İsa düşerken uçuverdi can kuşum gökleri arşınlayarak…”
Ağustos'un hararetli iklimine bir damla sıcak kan düştü… Bir katre rahmet…
Nil aynı ahenkle akıyordu kıvrım kıvrım. Gaipten haber veren laleler açıyordu birer birer. Tih çölünü değil tüm Mısır'ı aydınlatıyordu. Zira Asyut'a bağlı “MUŞA” köyünde ilim ve irfan kokan bir evde gözbebeklerinde acı, ateş, sabır, tevhid ve sevginin özü bulunan bir bebek, bir yiğit, bir şehit, merhaba diyordu dünyaya, çileye… Venüs yıldızının eğlence meclisi bu kutlu doğumla coşmuştu…
Üstad Sadi-yi Şirazi'nin tasviriyle / anlatımıyla:”Doğduğunda başkaları sevindi, sen ağladın. Ölürken, hayatta çektiklerinden kurtulduğun için sen sevindin, başkaları ağladı.” Evet, ağladık hem de hüngür hüngür; ama bu ağlayış farklıydı. Muvahhitler ağlayıp inleyerek feryat etmede, nergis gibi gözlerinden erguvana benzer yüzüne lale gibi kanlı gözyaşları dökmedeydi.
Su katmanları aşarak gün ışığına çıktı, güneşle tanıştı, kadrini kıymetini bildirdi bizlere / mazlumlara. Erdemli olmanın kendine has özel bir suyu vardı; insan bu sudan yıkandığı takdirde hem arınmış oluyor hem de arınmış bir şekilde yaradana yücelmiş oluyor. Bu adayış öyle bir adayıştır ki Meryem'de zirveye ulaşmıştı ve asırlardır o kutsi çizgide Muvahhitler adım adım ilerleyerek şer örtüsünü ortadan kaldırmak, lanetten beri olmak için kâfirlerin velayetini reddedip zulümle / küfürle kavga halindedirler.
Musa(as)'ın mekik dokuduğu topraklarda, Yusuf(as)'ın zindana konulduğu diyarlarda ve aynı ateş hattında aynı ülküyü aynı sevdayı en zirveye ulaştırmak için ve tevhidin tarihini duraklarda bekleyerek değil bilakis yürüyerek, direnerek yapılacağına inanmış bir bahadır, bir âlim ve bir şehit… O kutlu yolda, o kutlu kervanda İmamın verasetini yerde bırakmadan meydana atılan, küfrü ve şirki titreten bir nefes…
Mısır tarihinin oldukça kritik bir döneminde yaşamış olan bu nazlı ve kahraman insan, devrin iktidarına, kraliyete, baskıcı ve despotik düzene karşı cansiperane bir mücadele vermiştir. Çünkü öteden beri Mısır'da Firavuni idarenin müntesipleri sınırsız yetkilerle insanları sefalet içinde bırakmışlardı ve her gelen gideni aratıyordu adeta. Nitekim tarihi kaynaklara baktığımızda bütün Mısır ülkesi, Fir'avnların temsil ettiği elit tabakanın kişisel malı durumunda olmuş idi. Dolayısıyla istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyor, istedikleri gibi hapsedebiliyor, işkence yapabiliyor ve darağaçlarında astırabiliyorlardı. Dün böyleydi, bugünde öyle değil mi? Kur'an'dan ve Hz. Resulullah'ın kutsal öğretisinden ilhamını alan muvahhitler ise zorbalığa, köleliğe, sömürüye ve onursuzluğa karşı dimdik durarak tarihin derinliklerinde altın harflerle adlarını yazdırmışlardır. Yaratıcının mükerrem ve muhterem bir eseri olarak “Ahsen-i takvim” sırrı ile mücehhez, onurlu ve kararlı şahsiyetler Allah'ın izzetiyle izzetlenerek kuvvet ve cesaretin bengitaşları olmuşlardır. Evet, onuru kimlik edinen Hüseynilerin dünyasında zillete asla hayat hakkı yoktur.
“İkra” emrinin gereği talim ve terbiyesini ilahi buyruktan henüz küçükken almış, dimağına tevhidin sikkesi vurularak adeta 'istikbal müminlerindir!'denmek istenmişti.
Zaman ilerledikçe Seyyid, hayatın basamaklarını birer birer aşarak kemale ulaşıyordu. Kaleminden akan mürekkebin her damlası zulme ve despotizme karşı kıyamın meşalesini ve bozuk kapitalist toplum karşısında, İslami toplumun ikamesi için çağrı yapıyordu.
Tertemiz yüreği deniz gibi coşarak köpürdü ve çağlara mesajını ilan etti. Dünyalık adına, istikbal adına ne var idiyse hepsini elinin tersiyle reddederek meydanlara atıldı. Rahmani aleme hicret eden şehit İmamın akabinden.. O ki doludizgin bir rüzgâr… Sanki kum denizi kalktı ve kabardı. Ve o bu yolculuğa çıkmanın da ölüme koşmak olduğunu çok iyi biliyordu.
İnsanla İslam'ın tanışması suyla toprağın kavuşması gibidir. İşte yağmur yağmıştı ve yıllardır suya hasret toprak sevinç / mutluluk içinde idi.
İnsanın mutluluğu, tutkularının kendisini köleleştiren bağlarını atıp, iradesini hak yolda kullanarak ve tüm evrenle barış ve uyum içinde yaşamasındadır. Bunun yegâne reçetesi ise insanın iradesini Allah'ın kendisi için çizmiş olduğu yolda ve istikamette kullanmasındadır. Seyyid tam bu doğrultuda iradesini hak yola teslim ederek / adayarak adanmışlar kervanına katıldı. Elindeki kitapla meşale oldu, çiçek açtı, nur koktu ve istikbale umut ışığı oldu.
Günden güne artan, biriken acılara, koyulaşan karanlığa ve asık suratlıların acımasız hücumlarına karşı; sabrı, tevekkülü, aşkı ve gelecek olan emre “lebbeyk” demenin esrarını öğretti. Zarif yapısı, güzel huyu, yüce ahlakı söz ve davranışları zindanın küflü duvarlarını aşarak mahrum ümmete nümune oldu üsve peygamberin izinde.
Demir parmaklıkların ardında ağzından çıkan her söz, inci tanesi gibi hikmetler saçtı. Kur'an'ın gölgesinde muhteşem tefsirini vücuda getirdi.
Bu güzide ve dirayetli tefsirinde yeni nesille ilgili yapmış olduğu nice isabetli tespitler ve tahliller yer almaktadır. İşte zaman ihtiyarlaştıkça onun gençleşen turfanda sözleri:
“Yeni nesil devamlı sapıklıkların içinde çırpınmakta, iman duygusundan, inanç sükûnetinden boşalan ruhunu, kendisini uyuşturucu maddelere ve alkollü içeceklere vererek, doldurmaktadır. Psikolojik hastalıklar, sinirsel buhranlar, çeşitli krizler, binlerce, yüz binlerce insanın ruhunu, sinirlerini parçalamaya devam etmektedir. Sonra intiharlar…
İnsanlar hiç mi hiç mutlu değiller. Zenginliğin son sınırına ulaşmış olsalar bile gözlerinden huzursuzluğun izleri bir türlü gitmiyor…”
Evet, ne kadar doğru ne kadar isabetli bir görüş! Ferasetin derin ışıltıları hemen gözlerimizin önünde canlanıveriyor. Maziden kopup gelen bu ışık huzmesi, içinde bulunduğumuz ortamı da aydınlatıyor. Bilenler ve anlayanlar için bu bir bahtiyarlık değil midir?
O, özgürlüğün en hakikisine, en mavisine kanat çırparken mahrumlara şehadeti dirilişi, sabrı miras bırakarak; yaşamın nasıl anlamlandırılabileceğini, yılgınlığa, küstahlığa ve dönekliğe karşı mücadelenin ne şekilde yapılacağını öğretti. Hem de en aziz kanıyla… İdam sehpasından perva etmeden Rahman'a doğru giderken ağyarın alçak isteklerine karşı ağzından şu onurlu kelimeler yankılandı semada, gönüllerde kulaklarda...
“Eğer idamı hak etmiş olarak “Hak”ın emriyle ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır; fakat “batıl”ın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamete dileyecek kadar alçalamam.”
Gözlerini dünyaya çevirenlerin gönüllerinde yavaş yavaş iman, onur ve ahiret bilinci firar eder. Muvahhit ve mücahit Seyyid bu ilahi yolda Kur'an-ı Kerim'den, Hz. Resul (as)'den ilhamını ve ışığını alarak ümmete, gelecek nesillere Hz. Hüseyin gibi kutlu bir miras bıraktı.
O tağutun mahkemelerine gidip gelirken ateşlenmiş bir silah gibi hem sıcak hem de küffara öfkeli dudaklarında aşkın ve inancın sayhaları okunurdu adeta.
Hani insanoğlu yolda yürürken henüz menziline varmadan mutlaka önüne dönemeçler çıkar. Belki de bu imtihanın sırrıdır. Dönemeçlerde; yollardan birini -hak ile batıltercih etmek zorunda kalır / baş başa kalır. O güzel inci, haktan yana tercihini koymuştu ve feda etti kendini. Adadı kendini davaya. Hem de hiçbir kuşku duymadan ve sonsuz deryanın dalgaları arasında boğuşan bir nefer olarak…
Hal ve tavırlarıyla Mevdudi'nin şu sözlerine tefsir oldu: “Davası için çalışmayan, davası için yaşamayı ve ölmeyi bilmeyen kimse dava adamı sayılmaz. O yalancıdan başka bir şey değildir.” (İslam'da cihad s. 124)
Bilmem ki daha fazla söze hacet var mı? Sessizlik bürümüştü çevreyi, her yanı. Herkeste bir üzüntü, bir keder vardı ve cümle gözler nemliydi. Çünkü dünyalara bedel biri gidiyordu önlerinde, omuzlarında. O aşk ve muhabbet insanı, tevhit eri… Seher yelinin gönüllere neşve, ruhlara esenlik bahşettiği bir andı. Şehirde henüz bir canlılık emaresi yoktu. Etrafta kısık bir aleve yanan kandiller birazdan tümden söneceklerdi. Belki bir daha yanmamak / sönmemek üzere…
Onun üzerinde ise şeb-i arus'un tatlı hüznü vardı. Birazdan dostu / dostları görmek, dosta vasıl olmak vardı… Aldı eline kalemi, mürekkep değil sanki vuslat gözyaşları konuşuyordu. Tazeledi abdestini, misakını ve divana durdu, son görevini de ifa ederek açtı ellerini semaya, dua etti Müminlere, selam gönderdi enbiyaya, evliyaya, esfiyaya ve mekândan münezzeh diyarlara...
Salındı gözyaşları tertemiz toprağın bağrına. Canlandı toprak ve hayat buldu tohum. Daneler bir bir tebessüm ettiler sıcak ağustos'a, iklimin sıcaklığına, bir damla mübarek kana / rahmete. Çiçekler açtı ve âleme güzel kokular, saçtı. Şimdi ben hayatı, kendimi ve onu düşünüyorum. Zira O “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'a ve Resul'e icabet edin. Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız” (Enfal24)
Ne mutlu o icabet edenlere, çağrıya koşanlara ve selam onların nezih yüreklerine…
İnzar Dergisi