Sebep-müsebbeb veya aynı anlamda illet-malul konusu kelama ait bir konudur. Müsebbeb, sebep olunan anlamındadır. Biz bunu sebeple ortaya çıkan sonuç diye karşılayabiliriz. Yağmura sebep, bitkilerin yeşermesine müsebbep, ateşin bir nesneye temasına sebep, o nesnenin yanmasına müsebbeb denilebilir.
Kelam âlimleri sebeplerin Allah’tan bağımsız olarak bir tesire sahip olmadıkları konusunda hemfikirdirler. Ehli sünnetçe kabul edilen görüşe göre sebep ile müsebbeb arasında sadece zamansal ardışıklık ve mekânsal yakınlık bulunmaktadır.
Tesiri yaratan ise Allah Teâlâ’dır. Ateş bir nesneye temas ettiğinde, yanma olayını Allah Teala yaratır. Ateşin bunda bir tesiri yoktur.
İmam Gazali ise Mustafa adlı eserinde, Allah Teâlâ’nın sebeplere geçici bir tesir verdiğini ve sebeplerin bu tesirle etkide bulunduğunu söyler. Ateş bu geçici tesirle yakar, bıçak bu tesirle keser. Allah Teala dilediği anda da bu tesiri geri alır.
Sonuç olarak sebeplerin özleri itibariyle herhangi bir tesire sahip olmadıkları ve kâinatta tek müessir güce Allah Teâlâ’nın sahip olduğu konusunda bütün âlimler ittifak halindedirler.
Sebep-müsebbeb konusunun bir de amellerle ilişkisi vardır. Bazı hadis-i şeriflerde hayırlı amellerin dünyevi sonuçları zikredilmiştir. Belli bazı amelleri işleyenlerin rızıklarının genişleyeceği, ömürlerinin uzayacağı ifade edilmiştir.
İmam Şatıbi, el-Muvaffakat adlı eserinde sebep-müsebbeb konusunu bu ikinci çerçevede ve ahlaki olarak incelemiş ve müsebbebin niyet edilmesinin olumsuzluğu üzerinde durmuştur. Ona göre hayırlı ameller, dünyevi sonuçları düşünülmeksizin sırf Allah rızası için yapılmalıdırlar. Amelin sağlayacağı dünyevi nimet niyet edildiğinde ise her şeyden önce ihlas bozulur. Çünkü Allah rızası değil, doğacak sonuç kişiyi amele sevk etmiştir. Bunun yanında sonuç acaba gerçekleşir mi, diye kalpte tereddüt ve sıkıntı oluşur sabırsızlık gösterilir ve sonuç istenilen şekilde olmayınca da amel terk edilir. Sadece Allah rızasını murat eden kişi ise sonucu düşünmeksizin sadece görevini yapmış olmanın kalp huzurunu yaşar. Konu ile ilgili bir de hikaye anlatır:
Adamın biri Rasulullah (sav)’a nispet edilen “Kim Allah için, niyetlerinin ihlasına riayet ederse, kırk gün sonunda kalbinden diline hikmet pınarlarının aktığını görecektir.” Hadisi-i Şerifini duyunca kırk gün süreyle hadisin gereğine riayet eder ancak kendisinde bir farklılık görmez. Bunun sebebini sorduğunda ona şöyle denilir: “Sen sadece Allah’ın rızasını dileyerek niyetini halis kılsaydın, hadis-i şerifte zikredilen sonuca ulaşırdın. Ancak sen Allah rızası için değil, diline hikmet pınarları gelsin diye hareket ettiğin için bundan mahrum kaldın.”
Sebep-müsebbeb konusunun bir yönü de hayırlı faaliyetlerde bulunan İslami cemaatlerle ilgilidir. Fakirlere maddi yardımda bulunmak, mazlumun yanında olmak, İslam’ı halkın içinde gündem yapmak için anma programları düzenlemek...
Şüphesiz bunlar Allah’ın rızasını kazandıracak hayırlı amellerdir. Ama bunların dünyevi sonuçları da vardır. Halkın takdirini ve teveccühünü kazanmak.
Cemaatsel çalışmalarda halkın takdiri ve teveccühü niyet edilerek hayırlı ameller yapıldığında İmam Şatıbi’nin sıraladığı tüm olumsuz sonuçlar aynen gerçekleşir. En önemlisi de ihlas gider.
İmam Şatıbi’nin ifade ettiği şekliyle bireysel amellerde, müsebbebin niyet edilmesinin ihlası bozacağı hususu kolayca anlaşılacak ve dolayısıyla da sakınılabilecek bir durumdur. Konu İslami çalışmalar olunca bu durumun sakıncası fark edilmeyebilir. Hatta açıkça “Şöyle şöyle yapalım ki halkın ilgisine mazhar olalım”denilebilir. Bu yaklaşımın bir mahzurunun olmadığı düşünülebilir. Oysa bir birey gibi bir cemaat adına hayırlı faaliyetlerde bulunan Müslümanlar da sadece ve bizzat Allah razısı için amelde bulunmalıdırlar.
Sonuç olarak bizim ferdi amellerimizde ve cemaatsel çalışmalarımızda görevimiz sadece Allah’ın rızası için çabalamaktır. Biz bu çabalarımızla Allah Teâlâ’yı razı ettiğimiz takdirde ulaşabileceğimiz en hayırlı sonuca ulaşmış oluruz. Hayırlı amellerimizin dünyevi sonuçları bizim tasarrufumuzda değildir. Çünkü kâinatta belirleyici olan bizim çabalarımız değil Allah Teâlâ’nın iradesidir.