Süren "İslamcılık tartışması"nın tabii ki AK Parti'ye bir ilişkisi vardır. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi, tartışmanın amacı AK Parti'yi sorgulamak veya "İslamclığı AK Parti üzerinden okumak" değildir. AK Parti'yi dizayn edenler ve 1994'ten bu yana Türkiye'nin kısmı azamisinde yerel yönetimleri, 2002'den bu yana merkezi yönetimi elinde bulunduranlar İslami bir kökenden gelmektedirler. Bu durum bize iki açıdan konuya bakmamızı gerektirmektedir:
1) İslamcı geçmişini reddedip muhafazakar demokrasiyi benimsemiş bir siyasi kadronun önümüze koyduğu tecrübenin kritiği. Bu iyi ve kötü yönleriyle de ele alınabilir.
2) İktidardakilerin geçmişini kale almadan salt İslamcı bir perspektiften olup bitenin yapılması elzem olan kritiği. Buna herkes gibi İslamcıların da hakkı vardır.
1990'lardan başlamak üzere NATO'nun İslam dünyasını "tehdit" olarak tanımlamasından sonra, ABD ve Batı'nın Ortadoğu'yu denetim altına almak üzere ikili bir strateji izlemeye başladıklarını görüyoruz. Strateji basit bir akla dayanıyordu: Bir yandan kendilerine askeri ve politik olarak meydan okuyup gerektiğinde şiddet kullanarak saldırı düzenleyen radikal İslamcı örgütleri dağıtır ve baskı altına almaya çalışırken, öte yandan "Müslüman demokrat" profili üretip İslamcıları kendilerinin anlam çerçevesini çizdikleri siyasete sokmak. Bu fikir, üzerinde hayli çalışılmış bir proje olarak harekete geçirildi.
Fukuyama, 22 Şubat 2006 tarihli The Guardian'da kaleme aldığı yazıda daha önce "Cihatçı mücadeleye karşı, tüm dünyadaki Müslümanların kalplerini ve gönüllerini kazanmak için askeri değil, politik bir kampanya yürütmemiz gerekiyor" diye düşündüklerini, fakat "Danimarka (Kariktür krizi) ve Fransa'da yaşananlar (banliyolardaki isyan) gösteriyor ki, bu pek mümkün olmayacak" diyordu. Bu iki ülke savaş alanının merkezi olabilir. Fukuyama'ya göre Ortadoğu'da "demokrasi ve modernizasyon"u teşvik etmek "terörizme çare değildir." Çünkü "Radikal İslam, çoğulcu topluma dönüşümün eşlik ettiği kimlik kaybından doğmaktadır. Daha fazla demokrasi; daha fazla yabancılaşma, radikalleşme ve terörizm anlamına gelecektir. Ancak İslamcı grupların daha fazla politik katılımı bizim yapmaya çalıştığımız şeyi ortaya çıkaracaktır ve bu radikal İslam'ın tek panzehiri olacaktır ve Müslüman toplumların politik kurumları aracılığıyla işleyecektir." (Zaman, 6 Mart 2006.)
Fukuyama, açıkça 90'ların başında geliştirdiği "Tarihin sonu"na bağlı kalarak Ortadoğu'daki olayları okumaya devam ediyordu. O, diğer İslamologlar ve stratejistler gibi bölgeyi kasıp kavuran otokrat rejimlerin baskı ve cinayetlerini, eşitsiz-adaletsiz gelir bölüşümünü, kitlesel yoksulluğu, Arap halklarının küçücük İsrail karşısında küçük düşürülmüşlüğünü, yukarıdan empoze edilen monolitik kültür politikalarını ve bunların yol açtığı kimlik krizlerini görmzedne geliyor, hile ve desise yoluyla Müslümanları bir tür "siyasi dolandırıcılık"la kendilerinin domine ettikleri sistem içinde nötralize etmenin yollarını arıyordu.
Fukuyama'nın satır aralarında anlatmaya çalıştığı şey önemliydi. Onun analizine göre "Müslüman demokrasi" veya kendi başına demokratik hak ve özgürlükler, İslam'ın meydan okuyuşuna çare değildir. Zira eğer İslam, fıkhın bilinen kategorileriyle itikad, ahlak ve ibadetler yanında, ferdin hayat sınırlarını aşıp muamelat, ukubat ve devletler arası (siyer) ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili hükümleri de kaale alınacaksa, bu İslam'ın alternatif veya mukabil bir seçenek ve iddia olduğu anlamına gelecek, bu kapsamdaki uyugulanmasıyla belki de Müslümanları Batı'ya bağımlı olmaktan çıkaran iyi bir tecrübe olacaktı. Oysa İslam dünyası enerji kaynakları, enerji nakil hatları, yer altı ve yerüstü zenginlikleri; değişim projeleri ve İsrail karşısındaki bugünkü yenik ve ezik pozisyonu itibariyle hep böyle durmalı, ama bu arada sert, meydan okuyan, itiraz eden seslerin de bastırılması gerekirdi. Bu da yeni bir siyasal kimlik tanımıyla olabilirdi ancak, yani "muhafazakar demokrasi"yle...
Batı karşısında epistemelojik olarak yenildiğimizi kabul ettiğimizden beri Batılı merkezlerde yapılan tanımlar yerli bilim adamları, akademisyenler ve aydınlar tarafından ciddi bir eleştiriden geçirilmeden referans alınır. İslam'a ve İslamcı akımlara ilişkin değerlendirmeler de bununu dışında değildir. Toplumsal ve kamusal tezlerle öne çıktığında, tıpkı Batı'daki gibi Türkiye ve İslam dünyasının aydınları İslam'ın bu versiyonunu 'radikal' olarak tanımlamaktadırlar.
2001 yılında yine "İslamcılık" etrafında bir tartışma başladığında Liberal Düşünce Topluluğu'ndan Atilla Yayla, bizim "Türkiye'nin önünü açacak seçenek İslamcılık'tır" tezimize karşı çıkmakta gecikmedi. Yayla "Liberallerin dine karşı savaş açmamaları dolayısıyla avantajlı olduklarını" belirttikten sonra şöyle diyordu: "Bir muhafazakar kendi inancına göre bir yaşam ister, çevresini de öyle ister, ama bu toplumsal bir mühendisliğe taşınan bir şey değildir. Toplum mühendisliği, bireyleri bir fikir doğrultusunda ehlileştirme çabasıdır." Yayla'nın zihninde İslamcılık, toplumsal mühendisliğe karşılık olmaktadır. Ona göre "İslamcıların en büyük eksiği yeterince liberalleşmemiş olmalarıdır. Oysa liberallik olmadan demokrasi olmaz. Bu durumda 'Türkiye'nin önünü açacak İslamcılıktır' tezi siyasal anlamda İslam radikalizmini anlamak gerekir ve İslami radikalizmin, Kemalist radikalizmi nasıl harekete geçirdiğini 28 Şubat sürecinde açıkça görebiliriz (Zaman, 28 Haziran 2001.)
Yayla da Fukuyama gibi, toplumsal ve kamusal düzenleme talebi olmadıkça, özü İslami değerler olan –ama diyanetin sınırlarını aşmayan- "muhafazakar demokrasi"nin siyaset için iyi olacağını düşünmekte, bu arada "radikalizm" olarak tanımladığı "siyasal Müslümanlık" söz konusu olursa, aba altından Kemalist sopayı göstermektedir. Konuya devam edeceğiz.