Müslümanların, İslamiyet'i referans alarak politik hayata katılmaları Batı tarafından sakıncalı görülünce, İslamiyet'in referans olmaktan çıkarıldığı ama, din'in salt ibadetler, sahih sünnet karşılığı olup olmadığına bakılmaksınız tarihte öne çıkmış ritüellerle sınırlı "diyanet"e (kutlu geceler, kutlu doğul haftası vs.) indirgenmesi halinde bunu muhafaza eden siyasetçilerin siyasete katılması fikrinin önü açıldı ki, esas itibariyle "muhafazakar siyaset" ve buna bağlı "muhafazakar demokrasi" diyaneti önde olan kişilerin laik çerçeveyi esnetmeden siyaset yapmalarına imkan tanıyan formüle denir. Başka bir deyişle Türkiye'de tervic edilen muhafazakarlığın Batı'nın tarihi tecrübesi içinde şekillenmiş veya bilinen siyaset bilimi kitaplarında yer almış muhafazakarlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Muhafazakar demokrat siyaseti mümkün kılan iç ve dış siyasi ve toplumsal şartları ve konjonktürün payını da görmezlikten gelmemek lazım. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Türkiye şartlarında 1910'lardan beri laik siyaseti tehdit edici unsur olarak "irtica tehlikesi" gündemde tutulmaktadır. Bunun anlamı siyasetçinin dini referans alması ve dini/İslami görünürlüğünü koruyarak kamusal hayata ve resmi topluma katılmasıdır. Buna karşı hassas çevreler var ki, neredeyse Türkiye'nin iktidar seçkinlerini oluşturan sert çekirdeğin bütün unsurları (asker, sivil bürokrasi, büyük sermaye, üniversiteler, yüksek yargı ve medyadaki uzantıları) "irtica tehdidi" konusunda müttefiktirler. İslami görünürlülüğü önde olan bir siyasi hareketin başına nelerin geleceğini, 54. hükümetin, yani Necmettin Erbakan'ın başında olduğu Refahyol'un maruz kaldığı 28 Şubat 1997 darbesinden anlıyoruz.
2) Başta ABD olmak üzere, neredeyse bütün Batı, İslamiyet'in siyasi iddia ve iktidar talebini "demokratik bir hak" olarak görmemekte, aksine demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükleri ve bunlarla ilintili olarak bölgedeki çıkarlarına aykırı görmektedirler. İslami kimliğiyle iktidar olacak hiçbir partiye hayırhah bakmayacaklarını, sadece İran İslam devrimi tecrübesinden değil, Cezayir'de İslami Selamet Cephesi'ne (FİS) karşı örgütledikleri askeri darbeden ve 2006'da Hamas'ın kazandığı demokratik seçime karşı takındıkları zecri tutumdan anlıyoruz. Arap aleminde Müslüman Kardeşler'in yıllar yılı baskı altında tutulabilmelerinin de yegane sebebi budur. Böyle olunca Türkiye'deki İslamcıların İslami/İslamcı kimliklerini öne çıkararak siyasi yarışa katılmaları güçleşmektedir. Bu tehdidi öne çıkaranlar, tek çıkış yolunun "İslami kimliği geri plana çekmek, İslamcı siyaset yapmaktan vazgeçmek"te buldular, böylelikle azimet ve ruhsat ikileminde ruhsata yapışıp muhafazakar demokrat kimliği tercih etmekte zorluk çekmediler. Buna rağmen, kitlelerle veya dini grup ve cemaatlerle yüzyüze geldiklerinde herhangi bir telaffuzda bulunmadan "Gözlerimizin içine bakın, içimizden geçenleri anlarsınız" demeyi ihmal etmediler.
İslamcı siyasi kimliğini bir kenara bırakmayı taahhüd eden siyasetçinin yaptığı ikinci taahhüd "Batı'yla uyumlu dış politika takip etmek, küresel ekonomiyle entegre olmayı kabul etmek, dini diğer bireysel özgürlükler, bireysel tercihler, inançlar ve kültürel-marjinal grupların yaşama biçimleriyle eşit düzeyde olacak şekilde çoğulculuğa" 'evet' demek olacaktır. Batı'ya olan angajman, Batı'nın stratejik çıkarları neyi gerektiriyorsa dış politikayı ve içerideki reformları bu çerçevede tanzim etmek demektir.
3) Muhafazakar kimliğin kabulünü kolaylaştıran bir başka faktör, esasında zihnen ve ruhen İslami hükümleri, İslami bir hayatı ve İslami bir toplum ve dünya tahayyülünü içselleştirememiş, yönelimi ve siyasi hedefi salt iktidar olan kişilerin, Müslümanlar içinde –iş hayatından akademik dünyaya, medyadan sivil kuruluşlara- yer edinmiş kimselerin dini hükümlerin belirleyici olmadığı bir siyaseti memnuniyetle kabul eden bir ruh haline sahip olmalarıdır. Onlar sadece iktidar olmak, iktidarın adaletsiz bölüşümünden yararlanmak, servet biriktirmek, kendi zümrelerini zengin etmek, rahat yaşamak, modern kültürü tüketmek, çocuklarını özel okullarda veya yurtdışında okutmak istiyorlardı. Bu imkanı merkez sağ veya merkez sol partiler içinde siyaset yaparak elde edemezlerdi. Yükselen güç İslamcılıktı, iktidara doğru yürüyordu, herkesten önce arabaya atladılar, ön taraflarda yer edindiler. İç ve dış konjönktür İslamcılığı baskı altına alıp muhafazakarlığı öne çıkarınca yine herkesten önce bunlar bu kimliğe sarıldılar. Bu çevreler tabii ki başörtüsü, İmam hatiplar, Taksim'e camii –şimdi buna Çamlıca'ya camii eklendi-, Ayasofya'nın açılması, kurban derilerinin cemaatlere bırakılması gibi hakların dindarlara verilmesini savunuyorlar, ama dinin hükümleriyle siyaseti, toplumsal ve kamusal hayatı düzenlemesini düşünmüyorlardı, zira dini hükümlerin ciddiye alınması durumunda ilk önce onların kazanç biçimleri, servetleri ve yaşama biçimleri sorgulanacaktı.
Ancak iktidarın yapısını sorgulamadan, adaleti tesis ve temin edeceği konusu üzerinde düşünmeden, verili-modern haliyle kullanmayı kabul etmenin cazip bir başka tarafı var ki, her iktidarın kendi zengin zümresi"ni oluşturmasıdır. Belli ki, yeni bir iktidar yeni zenginlerin önünü açacak demektir, himmeti dünyası olanların bu tarihi fırsatı kaçırmaları kendileri açısından "aptallık" olur. İslami hassasiyetler, ahlaki idealler, yeni bir toplum ve dünya tasavvuru, İslam dünyasının içinde bulunduğu zelil durum bir süre daha görmezlikten gelinebilirdi. Hele Türkiye'de Müslümanlar bir zenginleşsin, sermaye toplasın, güç biriktirsin ondan sonra bu konuları konuşmaya sıra gelir.