Akıl aşk yolunda gereksiz bir alet midir? Aşkın akla ihtiyacı yok mudur?
Varlığın değerli bir merhalesini teşkil eden akıl nasıl itibarsız olabilir ki?
Varlık her şekilde hayır olduğuna ve varlıkta teşkik –derece- kabul edildiğine göre aklın varlıktaki konumunun değersiz olması mümkün olmadığı gibi, onun derecesi Hazreti Hak Teâlâ'nın kıymetli cilvelerinden bir cilvedir.
Varlıklarda var olan her eser o varlığın varlık derecesinden kaynaklanır. Eğer cansız varlıklar –cemadat- rüşt, büyüme ve kendi gibi çoğalma eseri gösteremiyorsa zatından kaynaklanan nebati özellikleri ve o varlık derecesini taşımadığı içindir. Eğer hayvan hareket ve hissetme özelliğini gösteriyor ve bitkiler bu özelliklerden mahrum ise bu hayvani özellikleri zatında taşıdığı içindir.
Akıl insan varlığının seçkin derecelerindendir. Dolaysıyla hayvan ve bitkilerden daha üstün özellikler gösterir. Neticede aklı değersiz saymak mümkün değildir.
Bazı arifler aklı kalbin üstündeki zar olarak görür. Elbette kalbin üstündeki zardan kasıt, kalbi mahbubun dışında kalan her şeyden koruyan ve uygun olmayan heva ve hevesleri ondan uzak tutan manasındadır. Şöyle de söylenebilir ki; akıl, kalbin muhafızı ve yabancı her şeyden koruyandır.
Nehc'ül Balağada da akıl ve kalbin arsındaki irtibattan söz edilmiş ve akıl için bir çeşit şuhûttan bahsedilmiştir. Hz. Ali (k.v) nurun parıldamasını, yolun aydınlanmasını, selam kapısına ulaşabilmeyi ve ebedi yurda kavuşmayı aklın ihyası şartına bağlamış ve قَد احْيا عَقْلَـهُ ibaresini beyan etmiştir. Zikrin kalbi cilalamada ki tesirini ve derece derce gösterdiği eseri anlattıktan sonra devamında şöyle buyurmuştur:
“Her zaman ve fetret dönemlerinde, büyük nimetler sahibi Allah'ın, fikirlerine ve akıllarına ilham ettiği, akıl ve düşünceleriyle konuştuğu kullar var olmuştur. Bunlar, gözlerindeki, kulaklarındaki ve kalplerindeki uyanış nuruyla aydınlanmışlardır.”
Bu metinde akılda gerçekleşen şuhûd kalbin nurlanmasına vesile olduğu belirtiliyor.
Bazı ariflerin akıldan kaçması ve akıl hakkındaki şikâyetler ve bu konudaki düşünceleri cüzi akıl hakkındadır. Doğrusu gerçek akıl hakkında olması da mümkün değildir. Zira külli akıl her şeyi kuşatır ve külli bir bakışla gerçek marifete ulaşmak mümkündür. Ama cüzi akıl cüzi bakışıyla hakikati bulması mümkün değildir.
Mevlana'nın fil örneğinde olduğu gibi karanlık bir ortamda file bakan ve onun mahiyeti hakkında fikir yürütülmesi istenen insanların sadece ellerini kullanarak dokunmak suretiyle verdikleri cevapların çeşitliliği ve birbiriyle çelişmesini ve de doğru bir tanımlamanın yapılamamasının sebebi cüzi aklın bakışından kaynaklanıyor. Temelsiz ve gerçek dışı tasavvurlar cüzi aklın işidir.
İrfan tarihine baktığımızda şu apaçık ortaya çıkar. Bazı arifler akli girişlerle fikri bahislerde derinleşerek şuhûdun değerini kavramış, kalbin işlevini ve aşkın gücünü keşfetmişlerdir. Bunlar hiçbir zaman aklın rolünü küçümsememiş ve yolu kat etmek için gerekli olan aleti –aklı- devre dışı bırakmamışlardır. Farabi bütün ömrünü zahitçe geçirmesine rağmen kesinlikle züht ile yetinmemiştir. Züht ve takvanın yanında tefekkür ve derinleşmeyi de kendine yol edinmiştir. Eğer İbn-i Sina İşaret ve Tembihleri yazıyor ve en iyi şekilde nazari irfanı açıklıyorsa bu onun tefekkürü kendine dayanak yapan bir bilim adamı olduğunu gösteriyor. Ki kendisi akla sığınarak bu merhaleye ulaşmıştır.