Rifaa b. Rafi adlı sahabeden dinliyoruz.
“Biz Resulullah (sav)’la birlikte çıkıp gidiyorduk. Bir de baktık ki, halk sabah erken alışveriş yapıyor. Resulullah (sav) onlara:
“Ey tacirler topluluğu!” Diyerek seslendi. Onlar boyunlarını uzattılar, gözlerini Resulullah (sav)’a diktiler. Resulullah (sav):
“Şüphe yok ki, tacirler kıyamet günü facirler olarak diriltilirler. Ancak, Allah’tan korkup yeminine bağlı kalan ve sözünde doğru olan bundan müstesnadır” buyurdu.[1]
Bir de Ebu Hureyre (ra)’ye kulak verelim:
Peygamberimiz (sav) bir ekin yığınının yanına uğrayıp elini onun içine daldırmıştı. Parmaklarına ıslaklık dokununca: “Ey ekin sahibi! Nedir bu?” diye sordu. Ekin sahibi: “Ya Resulallah! Ona yağmur değmişti!” dedi. Peygamberimiz (sav): “O ıslak kısmı insanların görmeleri için ne diye ekinin üstüne çıkarmadın? Aldatan kimse benden, bizden değildir!” buyurdu.[2]
Resulullah (sav) çarşıya çıkmış, dolaşıp kontroller yapmaktadır. Bir pazarın önünde durmakta ve elini ekinin içine daldırmaktadır. O da ne? Yaş ekin alta bırakılmış, hile yapılmış. İnsanları kandırma yoluna gidilmiş. Birkaç kuruş daha fazla kazanayım, diye yaş ekin kurunun altına saklanmış.
“Ey ekin sahibi, nedir bu?”
“Ya Resulallah yağmur değmişti.”
“O ıslak kısmı insanların görmesi için ne diye ekinin üstüne çıkarmadın?” Madem yağmur değmiş ne işi var altta. Madem kusurludur, ne diye gizleniyor? Ne diye yutturulmaya çalışılıyor? Ne diye mahiyeti belirlenmiyor? İyice dinle! “Aldatan kimse benden değildir! Aldatan kimse bizden değildir!”
“Aldatan kimse bizden değildir!” Ürperiyoruz. Dizlerimiz titriyor. Dişlerimiz zangır zangır… Hâkim olamıyoruz. Beynimizde zelzele olmakta... Bir o yana, bir bu yana sallanıyoruz. Kalbimiz daralmakta… Terliyoruz. Mazi kıtasından, o büyük insandan dalga dalga, uyarı geliyor: “Aldatan kimse bizden değildir!” Manasını biliyoruz, neticesini de… Eyvah diyoruz. Yandık Ya Resulallah!
Dönüp hayatımıza bakıyoruz. Esnafız, tüccarız, memuruz, işvereniz, müşteriyiz. Hem de Müslümanız. Mal satıyoruz. Hizmet veriyoruz. Sahte mala “Hakikidir, kalitelidir, iyidir” diyor muyuz? Gelen müşteri saf biri... Müslüman olmamıza güvenmiş. Müslüman aldatmaz ya! Veriyor muyuz malı değerinden daha fazlasına, veriyor muyuz kusurlu malı? “Aldatan kimse bizden değildir!” Yandık Ya Resulallah! “İş olmadı, paranı sonra veririm” deyip peşimizden koşturuyor muyuz? “Ne yapayım, yoksa almıyorlar” bahanesine sığınarak, malımız satılsın diye yemin billâh ediyor muyuz? Ey Nebimiz (sav); “Üç kimse vardır ki, Allah kıyamet gününde onlarla ne konuşur, ne de yüzlerine bakar:
−Müşterinin verdiği fiyattan daha fazlası verildi diye bir mal için yalan yere yemin eden kimse
−İkindiden sonra Müslüman bir kimsenin malını koparıp almak için yalan yere yemin eden kimse
−İhtiyaç dışı su fazlalığını kullandırmayan kimse… Allah; ‘Tıpkı senin ellerinin üretmediği su fazlalığını kullandırmayıp engellediğin gibi bu gün de ben seni lütuf ve ihsanımdan engelliyorum’ buyurur”[3] demiştin.
“Yalan yere yemin, malın sürümünü artırır; ama kazancı yok eder”[4] buyruğunu da unutmuşuz. Kazancımız da yok ya! Sebebini de başka yerlerde arıyormuşuz. Eyvah, yandık Ya Resulallah! İşçi çalıştırıyoruz. Aybaşı gelmiş, borcunu verecek, kirasını ödeyecek, çoluk−çocuğuna bir şeyler alacak. Gözü bizde. Ama işler düzgün gitmemiş, büyük kâr elde edilecek bir iş var. “Hele onu alalım, sonra maaşını veririz. Zaten işsizdi” deyip alın teri döken işçinin emeğine gözümüzle beraber el koyuyor muyuz? “Allah, ‘Üç kişi vardır ki kıyamet günü Ben onların hasmıyım (düşmanıyım): Benim adıma söz verip yemin eden sonra da sözünü yerine getirmeyen kimse. Hür bir kimseyi köledir diye satıp parasını yiyen kimse. İşçi tutup işini tam olarak yaptırıp işçinin ücretini vermeyen kimse’ buyurdu.”[5] Yetiş yandık Ya Resulallah!
Üzücü de olsa bu gerçeklerle yüz yüzeyiz ve belki de bir şekilde bu işin içindeyiz. Toplum olarak bu konuda ulaştığımız mükemmelliği belirtmeye gerek yok herhalde. Ama şunu kesin bilmemiz lazım ki, başkalarının bunu yapması bizim de yapmamızı meşru kılmaz. Bilakis daha itinalı hareket etmemizi gerektirir. Hele İslami bir kimliğe, Müslüman bir şahsiyete sahip insanların daha da özen göstermesi elzemdir. Taşıdığımız misyon gereği; dürüst ve emin olmak zorundayız. Düşüncelerimize katılmayanlara, bizi sevmeyenlere hatta düşmanlarımıza bile güvenilen, sadık, sağlam ve emin olan kimse olarak kendimizi kabul ettirebilmemiz lazımdır. Bu güveni verebilmeliyiz. Velev ki zarar da etsek, velev ki malımızı da kaybetsek… Unutmayalım! Şu bir gerçektir ki şahsiyetli olmak zengin olmaktan iyidir. İslami kimliğimizin gereğini yerine getirmek malımızın çok olmasından çok daha iyidir. Şunu da çok iyi bilmeliyiz ki İslam’ın verdiği izzetin bereketi ile elde edilen kazancı İslami ölçülerde muhafaza edip kullanmazsak, bu kazanç başka bir şekilde farklı yollarla elimizden gidebilecektir. Hem de boynumuzu bükerek, başımızı eğdirerek.
Çoğu zaman fazla kazanç gözleri kör edebilmektedir. “Biraz daha kazanayım” diyerek ha bire çaba harcayan ve sonu −uhrevi açıdan− hüsran olan çok kişiye şahit olmuşuzdur. Çünkü hırs insanın gözünü kör edip basiretini bağlar. Ve öyle bir zaman gelir ki artık kişi kazancının helalden mi, haramdan mı olduğuna bakmaz. Resulullah (sav)’ın buyruğuna iyi kulak vermek lazım: “İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, bu zamanda bir kişi ele geçirdiğinin helalden midir, yoksa haramdan mıdır olduğuna hiç aldırmaz.”[6]
Sünnete uyulmadığı zaman ticari ilişkilerde, ortaklıklarda sorunların yaşandığı da bir başka gerçektir. Aynı inanca gönül vermiş, aynı prensiplere inanmış, kardeşini nefsine tercih edebilmiş Müslüman şahsiyetlerin dahi beraber yaptıkları işte, sünnetin çizmiş olduğu kaidelere uymayınca bunun bir takım sıkıntılara yol açtığını, zararların yaşandığını, olumsuzluklarla karşı karşıya kalındığını müşahede etmişizdir. Nefsin hoşuna gidecek şekilde hareket etmenin ve İslam’ın belirlemiş olduğu kaidelere uymamanın beraberinde getirdiği bu durum acı bir tablo olarak gözlerimizin önünde durabilmektedir.
Hayatın her alanı için bizlere uymamız gereken kural ve kaideler koyan İslam, ticari ilişkilerimize ve alışverişlerimize de bir ölçü getirmiştir. Pratiğiyle saadet kaynağı olduğu ispatlanan İslam dini tarihin hiçbir devresinde rastlanmamış bir ticaret anlayışı ortaya koyarak haksızlıklara engel olmuştur. Herkes hak ettiğini almış; birilerinin, insanları aldatıp emeklerine, alın terlerine hıyanet ederek haksız kazanç yollarına kalın setler çekilmiştir. Hile, çadırını toplayıp gitmek zorunda kalmıştır. Zavallılar kandırılmaktan kurtulmuş, kurnazlar da haksız kazanç elde etme imkânını kaybetmiştir.
İşte İslam’ın getirdiği bu ahlak sayesinde zekât verilecek fakirlerin bulunamadığı zamanlar yaşanmıştır. Evet, zekât verilecek fakirlerin arandığı altın çağ yaşanmıştır. Bu bir hikâye veya masal değil, hakikatin ta kendisidir. Her ne kadar tarihimiz birilerince gericilikle anılsa da bu böyledir. ‘Çağdaşız’ diyenlerin hayal dahi edemediği bu gerçeği yaşamış bir ecdadın evlatlarıyız. ‘Medeniyiz’ diyenlerin rüyalarında bile göremeyeceği bir dürüstlüğü hâkim kılmış bir neslin torunlarıyız. “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz”[7] ilahi fermanına muhatap olmuş ümmetin takipçileriyiz. Çünkü bizler Muhammed Mustafa’nın yolunun yolcularıyız. Zira bizler Ahmed−i Muhammed’in yoldaşlarıyız. Aynı tarihi yaşamak ve yaşatmak zor değil. Yeter ki ona uyalım. İzinin tozuna kurban olalım.
Allah’ın selamı ve yardımı üzerinize olsun.
İnzar Dergisi
[1] İslam Tarihi, Hz. Muhammed (SAV) ve İslamiyet (M. Asım Köksal)
[2] İslam Tarihi, Hz. Muhammed (SAV) ve İslamiyet (M. Asım Köksal)
[3] Sahih−i Buhari, Muhtasar−ı Tecrid−i Sarih
[4] Sahih−i Buhari, Muhtasar−ı Tecrid−i Sarih
[5] Sahih−i Buhari, Muhtasar−ı Tecrid−i Sarih
[6] Sahih−i Buhari, Muhtasar−ı Tecrid−i Sarih
[7] Al−i İmran: 110