Allah Teala’nın her iş ve icraatı, sonsuz bir bilgi ve hikmetin eseridir. Yaratılışta bir kusur ve eksik bulunmaz. Yüce yaratıcının zatı ve fiilleri kusur ve ayıplardan beri olduğu gibi O’nun sanatı olan yaratması da kusursuzdur. Yaratılan her varlık, yaratılış maksadı ve diğer varlıklar arasındaki konumu itibariyle mükemmeldir. Varlık aleminde, ‘şu şöyle değil de böyle olmalıydı’ dedirtecek bir şey yoktur. İmam Gazali’ye atfedilen şu söz varlıktaki mükemmelliği ifade eder: “Leyse fi’l-imkân ebdeu mimmâ kân” (Var olandan daha mükemmeli mümkün değildir.) Buna göre, imkân dairesinde bu kâinattan daha güzel, daha mükemmel bir sanat olamaz. Örneğin, bu hayatın şartlarına göre, bundan daha güzel bir gökyüzü olmayacağı gibi, daha güzel bir göz de olmaz. Çünkü Allah Hakîm'dir ve bir varlık bu hayatın şartlarına göre nasıl en mükemmel olması gerekiyorsa öyle yaratıyor. Demek ki, konuya Allah'ın sonsuz kudreti bakımından değil, yaratılanların bulundukları konuma göre en mükemmel olmaları açısından bakmak gerekir. Kimi nakıs insanlar sahip oldukları sınırlı bilgi ve tecrübeleriyle varlık alemine ve onda hükmeden kurallara bakınca bir eksiklik, yanlışlık olduğu yanılgısına düşerler.
Varlık âlemi ilâhi büyük bir kitaptır. Bu kitap akıl sahibi olan insana yüce yaratıcıdan ve onun eşsiz sıfatlarından haber verir. İnsanın Rabbini tanıması için bu büyük kitabı doğru okuması, onun yaydığı mesajları kalp kulağıyla duyması gerekir. Bu da ancak sahih bir iman ile mümkündür. Yani iman bu âlemin gizli sırlarını açan tek anahtardır.
Bu ilâhi âlem kitabını oluşturan cümleleri doğru okumak gerekir. Tek tek cümleleri bütünden ayırmadan bakmak ve o şekilde anlamak gerekir.
İnsanın sahip olduğu ilim ve akıl bütünü kavramaktan acizdir. Ona verilen ömür hakikatin künhünü anlamaya yetmez. “Gözler O’na erişemez. Onun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.” (Enam, 6/103) Aklın aciz kaldığı bu noktayı şair şöyle dile getirir:
“İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”
Âlemi ve içindeki olup bitenin ince sırlarını meşhur hikaye ile anlaşılır kılmaya çalışalım:
“Hoca merhum, yazın sıcağında bir köye gidiyormuş. Yolda büyük bir ceviz ağacının altında eşeğinden inip hayvanı bir dala bağlamış, kendisi de ağacın diğer bir tarafına koyu gölgeye çekilmiş, kavuğunu başından çıkarıp göğsünü bağrını açarak hem serinliyor, hem de terini kurutuyormuş. O esnada tarladaki koca koca helvacı kabaklarına bakmış, bir aralık başını kaldırıp ceviz dânelerini de görmüş. Başı yukarıda olduğu halde kendi kendine “Yâ Rabbi, bak şu ipincecik otta kocaman kabaklar halk etmişsin, şu dalları göklere ser çekmiş, çadırı bir dönüm yeri kaplamış olan, bedenini iki kişinin kucaklamaktan âciz olduğu ceviz ağacından ise cüssesine göre pek ufak olan yemişler yaratmışsın. Bakılsa bu koca koca kabaklar ceviz ağacında, ceviz dâneleri de kabak otunda bitmesi daha uygun olurdu” derken meğer o esnada bir karga da bir cevizi oyup içini yemeye uğraşıyormuş. Ceviz, kabuğundan fırlayıp süratle inerken tam da Hoca’nın alnına rast gelir. O esnada Hoca’nın gözünden dehşetli bir şimşek sıçrar. “Vây…!” deyip iki eliyle kafasını tutar.
Hemen kavuğunu bulup sıkı fıkı başına geçirir. Kalbini şiddetli bir ürperti kaplar. “Tevbe yâ Rabbi, bir daha senin işine karışmam. Her ne yaratmışsan hepsinde ince, gizli nice hikmetler vardır ki bunlara vâkıf olanlar “Leyse fi’l-imkân ebda’u mimmâ kân” sırrını idrâk ederler.
Allah korusun ya şimdi ağaçta ceviz yerine kabak bulunmuş olsaydı bizim tüysüz, yalınkat kafa tuz ile buz olurdu” demiş.
Yazımızı şairin bu konudaki mısralarıyla bitirelim:
Her canlıya Hak layık olan cevheri verdi
Tırtıl iki diş bulsaydı bütün ormanı yerdi
Şayet kediler haftada bir gün uçsaydı
Dünyadaki bütün serçelerin nesli tükenirdi