Peygamberimizin kutlu doğumunun bir yıldönümüne daha ulaşmış bulunmaktayız. İnsanlık tarihinde önemli tarihi dönemeçler vardır. Bu dönemeçlerden ve en önemlilerden birisi de bundan 1441 yıl önce Hz. Muhammed (as) dünyaya teşrifleridir. Kuşkusuz bu doğumda diğer normal doğumlar gibi olmuş. Belki o günkü şartlar altında pek dikkat çekmemiştir. Gerçi İslâm tarihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler. Bin yıllık Mecusi ateşinin sönmesi, o gece İran Kisrâsı (Hükümdarı)'nın Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütunun yıkılması, Sâve (Taberiyye) gölünün yere batması, bin yıldan beri kurumuş olan Semâve deresi'nin sularının taşması, Kâbe'deki putların yüz üstü devrilmesi. vb… Ancak yine de bu olayların Hz. Muhammed’in (as) doğumuyla ilgili olup olmadığını o dönemde kimse bilmiyordu.
Bu olaydan kısa sayılabilecek bir süre sonra ancak, bu doğumun insanlık tarihi için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. O günkü dünya şartlarını göz önüne getirdiğimizde, gerçekten de bugün –bazılarının karşı çıkmasına rağmen- Hz. Muhammed (as) doğumunun yıldönümünü kutlanmaya değer bir olay olduğunu anlarız. Ayrıca bu kutlamalar salt bir sevinç gösterisinden ziyade Peygamberi anlama, tanıma, model insan olarak görme ve gösterme, bunu insanların gündemi haline getirme faaliyeti olarak algılamak gerekir. Getirdiği mesajın hala insanlık için bir kurtuluş reçetesi olduğunu ve özellikle günümüzde, insanlığın içinde bulunduğu ahlaki yozlaşma ve insanı ezen, sömüren insanlık onurunu ayaklar altına alan, her türlü zorbalığa ve zulme karşı Hz. Muhammed’in (as) getirdiği ilahi mesaj olan İslam’ın, hala en güvenilir bir sığınak olduğunu anlamaktır.
Öncelikle Hz. Muhammed’in (as) getirdiği ilahi mesajın insanlık için önemini kavrayabilmek için, O'nun dünyaya gelmeden önce dünyanın içinde bulunduğu o karanlık durumu kısaca özetlemek istiyorum.
Arabistan yarımadasında güçlü bir siyasi birliktelik yoktu. Arabistan yarımadasının Kuzeyi Bizans’ın, Güneyi ise İran Sasani İmparatorluğunun egemenlik alanı içerisinde yer alıyordu. İnsanlar genelde kabile şeklinde bir yapılanma içerisinde yaşıyorlardı. Kabileler arasında da sık sık çatışmalar yaşanır talan kültürü yaygındır. Güçlü olanlar zayıfı ezer, zayıf olanların hak hukuk açısından herhangi bir güvenceleri yoktu. Bir çok insan bu durum sonucunda köleleştirilmiştir. Kölelerinde hiçbir hakları yoktur. Hayatları tamamen efendilerinin iki dudağı arasındaydı. Ahlaki olarak bir yozlaşma söz konusuydu. İçki, kumar, zina gibi ahlaksızlıklar normal sayılıyordu. Kadınların hiçbir hakkı ve değeri yoktu. Kız çocuğu olanlar bunu bir utanç vesilesi olarak sayar. Bazıları kız çocuklarını diri diri olarak toprağa gömerek öldürür. Kıyamayanlar ise gizlice büyütürdü. İnanç olarak putperestlik yaygındı. İnsanlar taştan tahtadan yaptıkları putları Allah’a ortak koşarlardı. Tevhidin sembolü olan Kabe ağzına kadar Putlarla doldurulmuştu. Mecusi, Sabii, Hıristiyan ve Yahudiliğin yanı sıra hanif dinine mensup olanlarda vardı. Yalnız bunların sayıları azdı.
O günkü süper devletlerinden birisi olan Bizans’ta da (Roma) durum farklı değildi. Zamanında Hıristiyanlara karşı her türlü işkence ve katliam yöntemini uygulayan Roma İmparatorluğu daha sonra başa çıkamayınca, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmek zorunda kaldı. Tabi bazı din adamalarının katkısıyla Hıristiyanlığın içini boşaltarak ve putperest anlayışlarını içine sokarak ancak o şekilde Hristiyanlığı resmi din olarak kabul edebildi. Jüpiter, Neptunus, Junon gibi tanrıların, yerini Rab, Oğul ve Ruhulkudüs şeklindeki teslis inancı almıştı. Yani öz olduğu gibi kalmış, sadece kabuk değişmiştir. Hak din olan Hristiyanlık da böylelikle bir şirk dinine dönüştürülmüştür. Orta Avrupa’dan ta Kuzey Afrika’ya kadar olan topraklar, Bizans’ın egemenliği altındaydı. Bizans’ta da zulüm ve zorbalık son haddine gelmişti. Azınlık olan soylu sınıfı her türlü rahatlık ve bolluk içerisindeyken, çoğunluğu oluşturan alt tabakadaki halklar ise yokluk, açlık ve sefalet içerisinde boğuşuyordu. Ellerinde olanı da vergi adı altında elit sınıf tarafından zorla alınmaktaydı.
Avrupa kıtasının kalan diğer kısmında da durum farklı değildi. Halk sınıflara ayrılmış, din adamları ve soylu sınıfı her türlü bolluk içinde yaşarken, diğer halk kesimleri yokluk ve sefalet içerisinde yaşıyorlardı. Din, adeta tüccarlaşan din adamları elinde, bir sömürü aracı olmuştu. Günah çıkartma, cennetten toprak satma karşılığında Endülüjans adı verilen belge satılmakta, bu şekilde din kullanılarak insanların malları ve toprakları ellerinden alınmaktaydı. Din adamları rahat ve lüks içinde yaşarken, sıradan insanlar ise yiyecek ekmek bulamıyordu. Serf denilen bir kısım köylü kesimi topraklarıyla beraber alınıp satılan bir meta haline gelmişti. Karın tokluğuna çalıştırılan bu insanların hiçbir hakları yoktu. Feodalizm ve Kilisenin skolastik düşünce anlayışı Avrupa’yı bir karanlığa gömmüştü.
O dönemin diğer süper devleti olan Sasani’lerde durum daha da kötüydü. İnanç olarak Mecusiliğin yaygın olduğu İran’da, yakın akraba, hatta kız kardeşleri ile evlenebilecek kadar insanlar ahlaki çirkefleşme içine dalmışlardı. İlginç olanda bu tür en yakın akraba evliliklerde yalnızca aristokrat (soylu) sınıflar arasında yapılabileceği, çünkü bu adetin bir soyluluk alameti olduğu ilân edilerek, Aryai olmayanlara güya aşağılayıcı bir sınırlama olarak, yakın akraba evliliği yasaklanmıştı. İran da soylu (aryaî) olmayan aşağı tabakalara ve sınıflara karşı sistemli bir zulüm uygulanmaktaydı.
İyilik tanrısı Ahura Mazda (Hürmüz) ve kötülük tanrısı olan Angramanyu (Ehrimen) şeklinde iki ilah anlayışına sahip Mecusilikte, (Zerdüştlük) ateş kutsal olup sürekli yanan ateşgedeleri vardı. Zerdüştülükte ateş, Ahura Mazda'nın yerdeki sembolü kabul edilerek, ona tazimde bulunulmaktaydı. Işık (ateş) Ahura Mazda'nın, karanlıkta Ehrimen’in sembolü sayılmaktaydı.
Mazdek, M.S. Beşinci yüzyılın sonlarında Hükümdar Kabad (Kral Kavad)'ın himayesi altında, Zerdüşt dininin bazı kısımlarının değiştirilmesi ve yeniden yorumlanması neticesinde bazı görüşler ileri sürdü. Mazdekizmin kurucusu olan Mazdek, ortaçağın ilk dönemlerinin komünizmini kurarak kadının orta malı olarak herkesin istifadesine sunulmasını zorunlu hale getirdi. Hatta bunu bir müddet uygulamaya koyduğu da bilinmektedir.
Milâdî III. yüzyılda Mani, Mecusî dininin esaslarından yararlanarak yeni bir din (Maniheizm) kurdu. Mani'nin asıl amacı Zerdüştlüğü ıslah etmek ve ondan evrensel bir din meydana getirmekti. Bunun için Mecusîlik, Budizm ve Hristiyanlık karışımı bir din kurmaya çalıştı. Kendisinin, Hz. İsa'nın müjdelediği "Faraklit" (Süryanice Munhamenna, arapça Muhammed) olduğunu iddia ederek peygamberliğini ilân etti. Mani, madde ve karanlığı kötülüğün yaratıcısı; ışık ve melekût âleminin ise iyiliğin yaratıcısı olduğunu ileri sürerek, Mecusîlik dininin ilkelerinden yararlandı. Madde ve ışık ezelî ve ebedî bir mücadele içindedir. Kurmuş olduğu kâinat nizamı ve gök düzenini Sâsânî sarayının sınıfsal hiyerarşisine kıyasla yorumlamıştı. Maniheizm aslında bir çok dinin karışımı olan putperest ve ütopik bir inanıştır. Maniheizmin İran, Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Orta Asya’ya kadar yayıldığı bilinmektedir.
Hindistan’da Hinduizm ve ona tepki olarak ortaya çıkan Budizm dinleri yaygındı. Hinduizmin dini temelleri Veda dinine ve Brahmanizme dayanır ve tanrının var olduğuna inanılır. Bunun yanında tanrının yardımcıları olduğu, doğadaki birçok varlıklarında ilahi güce sahip olduğu inanışı vardı. Örneğin ineğin kutsallığı bunlardan biridir. Bu din tek başına bir inanış biçimi olmaktan ziyade sosyal bir sistem olarak öne çıkmaktadır. Kast sistemiyle halk 4 tabakaya ayrılır. Bir sınıftan diğerine geçmek mümkün değildir. bunların dışında kalan ve parya adı verilen kesimin hiçbir hakları yoktur. Hele kadınların hiçbir hakları yoktu. Kocası ölen bir kadının, kocasının cesediyle birlikte yakılması yaygındı.
Budizm ise Hinduizmin katı kurallarına tepki olarak doğmuştur. Buda, Brahma (Hinduizm) inanışındaki bütün sınıfları reddeder. Brahman sınıfının otoritesini tanımaz ve onlara ayrı bir üstünlük vermez. Bütün insanları eşit sayar ve onlara aynı hakları verir. Brahmanlardaki paryalara değer verir. Budizm’de tanrı inancı yoktur. Fakat daha sonraları Buda’nın takipçileri heykellerini yaparak ona tapmaya başlamışlar, böylece Budizm de putperest bir karaktere bürünmüştür. Budizm bir dinden ziyade daha çok ahlaki ilkeleri ön plana çıkarmaya çalışan felsefi bir akımdır.
Çin’de ise Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçü, gibi felsefi görüşler daha çok yaygındı. Konfüçyüs'ün felsefesi, ahlak ile siyaset felsefesinin ağırlıkta olduğu bir felsefeydi. Bu felsefede, yer ile göğün bir denge içerisinde ve uyumlu olduğu, insanında evreni örnek alıp ona benzemeye çalışması gerektiği düşüncesi vardır. Yönetenlere, iyi olmayı tavsiye etmiş, böylelikle diğer insanlarında iyi olacağını söylemiştir. Batıdaki bazı kaynaklar, hükümetlerin bu inanışı tarih boyunca uzun süreler desteklemelerinden dolayı Konfüçyüsçülük'ü Doğu Asya'daki devletlerin "devlet dini" olarak görmüşlerdir. Özellikle yönetilenlerin, yönetenlere sadakati ve itaati teşvik etmesi idarecilerin işine de gelmiştir. Zamanla atalara tapınma adetlerinin yerleştiği Konfüçyüsçülük, dinden ziyade aslında dünyevi olan ve bir ahlakçının tavsiyeleri olarak görmek gerekir.
Taoizmin temeli ise mistik panteizmdir. (Tanrı her şeydir, Her şey tanrıdır) Vahdet-i vücuda inanırlar. Yaratan ve yaratılan aynı şeydir. Tao, dünyayı yöneten sebeptir. O görülmeyen, işitilmeyen, kavranması mümkün olmayan bir yaratıcı prensip olarak algılanmaktadır. Bir başka açıdan Tao göğün ve yerin kaynağı, yaratıcı ve yaşatıcı kavramdır. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Taoizm doğallığı savunmaktadır. Taoizm'in kendine göre büyücüleri rahipleri, rahibeleri, dini şefleri ve kendine has ayinleri vardır. Ahiret, yeniden dirilme inancı yoktur. Pasif ve inzivaya yönelik bir yaşamı savunurlar.
Tabi bütün bu felsefi akımlar, Çin’in içinde bulunduğu karışıklıklar içinde ortaya çıkan ve bunlara bir çözüm amacıyla filozofların ortaya attığı görüşlerdir. Çin’de de sınıfsal bir yapılaşma ve insan emeğinin sömürüldüğü, insanların devlet için bedava çalıştırıldığı bir sistem hakimdi. Saltanat kavgalarının sürekli yaşandığı bu ülkede, hak ve adaletten bahsetmek mümkün değildi.
Japonya’da ise daha çok Şintoizm (Tanrıların Yolu) dini yaygındı. Milli bir din olup tabiata tapınmaya önem verir. İlahlarla ilgili inançlara göre birbiriyle hem kardeş hem karı-koca olan Gök (Baba Tanrı) ile Yer (Ana Tanrı) bütün Japon adalarını ve diğer Tabiat Tanrılarını doğurmuşlardır. Bu iki ilah inancı etrafında dönüp dolaşan başka Tanrı inanışları da vardır. Nakledildiğine göre Japonya 'da 8.000.000 ilah vardır. Dağ, ırmak, ateş, gök gürlemesi, fırtına, yağmur, vb. ilahlar dışında her meslek sahibinin de ayrı bir ilahı vardır. Ölüler yaşayanlara muhtaçtır. Kendilerine ikram yapıldığı, mezarın üzerine yiyecek, içecek, eşya vs.. konulduğu sürece mesut olurlar. Ailenin, köyün, klanın ve imparatorun atalarının ruhları en başta gelen ruhlardır. İmparator Güneş ilahesinin torunudur. Bundan dolayı Japon İmparatorlarına Güneşin Oğlu denir. Bu dinin en büyük rahibi de İmparatordur. Genellikle Japonlar dünyanın iyi ve kötü ruhlarla dolu olduğuna inanırlar. Şintoizm 'de ibadet, tapınak ve evde yapılabilirdi. Japonya’da da feodal bir yapı egemen olup, sık sık ülkedeki güçler arasında hakimiyet mücadelesi yüzünden savaşlar meydana gelmekte, bu savaşlar sonucu bazen bir taraf kaşı tarafı tamamen imha edebilmekteydi.
Orta Asya’da ise daha çok Şamanizm dini hakimdi. Şamanizm İlkel kavimlerde, görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı ve hastaları iyileştirme gücüne sahip olduğu kabul edilen şamanlar çevresinde yoğunlaşan inanç sistemidir. Şamanizm, temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Şamanlar, genellikle gelecekten haber vermek, büyü ve efsûn yapmak, ruhlara kurban sunmak gibi işler yaparlar. Şamanistlerin kâinatı; gök, yeryüzü ve yeraltı diye üçe ayırdıkları, bunlardan yukarıda iyi ruhların, ortada yani yeryüzünde insanların ve aşağı dünyada ise kötü ruhların yaşadığına inandıkları söylenebilir. Tanrı ve en büyük semavî ruh, semanın en üst tabakasında bulunan insan şeklinde bir varlık olarak tasavvur edilmiştir. Gökte yaşadığına inanılan bu en büyük ruh, insanları ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ay'ı, yıldızları, yaratmış, kâinatın nizamını sağlamıştır. Yine Şamanist kavimlere göre, gökte ve yerde meydana gelen çeşitli tabiat olayları, birtakım ruh ve tanrıların eseri idi. Hastalık gibi ölüm de, onlara göre, kötü ruhların bir eseri sayılıyordu.
Görüldüğü gibi o dönemde, semavi dinler dahil, bütün dinlerde şirk ve putperestlik anlayışı hakimdi. Allah’ın elçileri vasıtasıyla gönderdiği hak dinler tahrif edilmiş, mensupları kendi çıkar ve menfaatlerine göre yeni yeni kurallar ekleyip, bazılarını da çıkarmışlardı. Kimsesiz ve sahipsiz insanlar ezilmiş, horlanmış ve hiçbir hakka sahip değillerdi. Her tarafta gücü elinde bulunduranlar mazlumların teri ve kanı üzerinden iktidarlarını sürdürmekte, zevk ve sefahat içinde yaşamaktadırlar. Beri tarafta açlık ve sefalet içinde olan insan yığınları bulunmaktaydı.
Kur'ân-ı Kerîm "Câhiliyet Devri" denilen bu karanlık dönemi, "İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, karada ve denizde fesat (her tarafı kapladı) yayıldı..."(Rum 41) ifadesiyle en güzel bir şekilde anlatmaktadır.
Gelecek yazıda Hz. Muhammed’in getirdiği İlahi Mesajın insanlığa neler kazandırdığını değineceğiz inşaallah…