İslam geldiği sıralarda bütün dünyada kölelik, en vahşi ve insanlık dışı tatbikatıyla hüküm sürmekteydi. İslamiyet’in bütün dünyada yaygın olan bu müesseseyi, tamamıyla ortadan kaldırması elbette beklenemezdi. Köle edinmenin en önemli kaynağı, o dönemlerde savaşlarda esir edilenlerdi. Dolayısıyla İslam köleliği direk kaldırdığı zaman, bir anlamda düşmanlarına karşı kendi mensuplarını tehlikeye atmış olacaktı. Çünkü savaşlarda karşılıklık prensibi gereği esir düşen mensuplarını kurtarmak için, karşı tarafın esirlerini bir koz olarak elinde bulundurarak, aynı muameleye tabi tutması gerekirdi. Dolayısıyla bir olguyu değerlendirirken zaman ve şartları da göz önüne almak gerekir. Bundan dolayı İslam köleliği temelden ve bir anda ilga yoluna gitmemiş, fakat bu müesseseyi büyük bir ıslahata tabi tutarak, ona en insani ve en medeni şekli vermiş ve hukuki bir takım kurallar getirmiştir. Ayrıca kölelikten hürriyete geçiş yollarını artırıp kolaylaştırarak, köleliğin dolaylı olarak ortadan kalkmasını sağlayacak formüller koymuştur. Bunun yanında köleliği tedrici olarak kaldırmaya çalışmış, bazı günahların kefareti için köle azad etmeyi Müslümanlara tavsiye etmiştir.
İslam ırkçılığı ve kabile- kavmiyet asabiyetini yasaklamıştır. Bütün insanların bir anne ve babadan meydana geldiğini, dolayısıyla hiç kimsenin diğerinden üstün olamayacağını, üstünlüğün Allah katında ancak takva ile olacağını bildirmiştir. Nitekim Hucurat suresinin 13. ayetinde Allah’u Te’ala şöyle buyurmaktadır. “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” Peygamberimiz de (as) veda hutbesinde “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır.” Diye buyurmaktadır.
İslam insanların renklerini ve dillerini Allah’ın ayetlerinden saymıştır. Rum suresinin 22. ayetinde Allah’u Te’ala şöyle buyurmaktadır. “O'nun (Allah’ın varlığının) ayetlerinden (delillerinden) biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.
İslamiyet soy-sop üstünlüğüne ve bununla övünmeye de son vermiştir. Ashab-ı Kiram'ın bulunduğu bir mecliste, Sa'd bin Ebi Vakkas, sahabenin ileri gelenlerinden bazılarına neseplerini (soylarını) saymalarını teklif etmiş, kendisi de bu arada kendi soyunu baştan sona sıralamıştır. Topluluğun içinde İran asıllı Selman-ı Farisi de vardı. Onun, Kureyş ileri gelenleri gibi övünebileceği meşhur bir nesebi yoktu. Soyunu teferruatlı olarak da bilmiyordu.
Sa'd bin Ebi Vakkas, ona da nesebini saymasını teklif edince, O, bu teklifi son derece yadırgamış ve cevaben şöyle demişti: "Ben İslamoğlu Selman'ım.. Nesebimi sizin gibi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da Allah'ın beni İslam ile şereflendirdiğidir..."
Sa'd'ın lüzumsuz, aynı zamanda cahiliyet devri zihniyetini andıran bu nesep sayma teklifinden Hz. Ömer de rahatsız olmuştu. Selman'ın bu manidar cevabı o kadar hoşuna gitti ki, "Ben de İslam oğlu Ömer'im" diyerek Hz. Selman'ın cevabına nazire yaptı. Hadiseyi Hz. Peygamber (sav) duyunca, o da Selman'ın cevabını çok beğenmiş, "Selman bendendir, benim ailem (ehl-i beytim)dendir.." buyurmuştur.
Hz. Peygamber, ayrıca Kureyş'in en soylu ailelerinin kızlarını, azatlı kölelerden olan bazı sahabelerle nikahlayarak soy-sop üstünlüğüne dayanan cahiliye zihniyetini yıkmıştır.
İslam hukukta da bütün insanlar için eşitlik getirmiştir. kişilerin sosyal durumuna, soyuna göre imtiyazlı muamele yapılmasına müsaade etmemiştir. İslam'da kanun hakimiyeti ve hukukun üstünlüğü esastır. Bir devlet başkanı ile halktan biri kanun karşısında eşit muamele görür. Suçlu olan, devlet başkanı bile olsa, mutlaka cezasını görür.
Hz. Ali'nin bir Yahudi ile, Selahaddin-i Eyyubi'nin bir Ermeni ile hakim huzuruna çıkmaları bunun en çarpıcı örnekleridir. Üstelik Hz. Ali haklı olmasına rağmen, getirdiği şahitlerin yakını olması sebebiyle, Hakim bunu yeterli delil saymamış ve onun aleyhinde karar vermiştir. Ki kendisi devlet başkanıydı. Dolayısıyla mahkemeler bağımsız olmuş ve tarafsız kararlar vermişlerdir.
Mekke'nin fethi günü Mahzum kabilesinin soylu ailelerinden bir kadın hırsızlık yapmış, suçüstü yakalanmıştı. Cezalandırılması gerekiyordu. Fakat soylu bir aileye mensup olduğu için, ailenin şerefinin lekelenmesinden korkuluyor, bu yüzden kadının cezadan affedilmesi isteniyordu. Bunun içinde Peygamberimizin çok sevdiği Üsame bin Zeyd'i O'na elçi olarak gönderdiler. Üsame, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak durumu anlattı. Ondan suçlu kadını affetmesini istedi. Hz. Peygamber (sav) bu teklife çok kızdı. Derhal dışarı çıkarak şu tarihi konuşmayı yaptı:
"Ey Müslümanlar, sizden evvelki milletlerin yıkılıp helak olmalarının, tarihten silinip gitmelerinin sebebi nedir, biliyor musunuz? Onlar; ileri gelenlerden biri suç işlediğinde ona ceza vermezlerdi. Halktan biri suç işlediğinde ise, cezanın tatbiki için adeta can atarlardı. Bu zulüm onların yıkılıp gitmelerine sebep oldu. Yemin ederim ki, suçu işleyen kızım Fatıma bile olsaydı, onu cezalandırmakta hiç tereddüt etmezdim." Bunun üzerine ceza hemen uygulandı.
Hz. Ebu Bekir'in, halife seçildiği zaman yaptığı konuşmasındaki şu cümleler de, bu noktadan dikkat çekicidir:
"İçinizden zayıf olanlar, haklarını alıncaya kadar benim nazarımda en kuvvetlidir; Kuvvetliler de ben onlardan başkalarının haklarını alıncaya kadar, benim yanımda en zayıftırlar."
İslam’da Cezaların Şahsiliği ve Kanuniliği esastır. İslam'da kanunsuz ceza olmaz ve ayrıca suç işleyenin yerine başka birinin cezalandırılması da söz konusu değildir.
Cezaların şahsiliği prensibi, En'am suresinin 164. ayetinde şöyle ifade edilmiştir: "Herkesin kazandığı, ancak boynunadır. Kimse, başkasının (günah) yükünü taşımaz.."
"İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslüman üzerine farzdır." “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır…” Hadis-i Şerifleri, Müslümanları eğitim ve öğretime teşvik etmiş, bilim alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Eğitim alanında dini ilimlerle birlikte pozitif bilimlerde medreseler de okutulmuştur. Bu sayede kısa sürede bilim alanında önemli gelişmeler yaşanmış ve bu daha sonraları Avrupa’yı etkilemiştir. Özellikle Endülüs ve Sicilya medreselerine gelip okuyan Hristiyan öğrenciler, daha sonra Matematik, Felsefe, Tıp ve Astronomi alanında, Avrupa üniversitelerinde ders okutmuş, bunların içinden Papalığa kadar yükselenler bile olmuştur. Haçlı Seferleri sonucunda Müslümanlardan aldıkları eserleri de Avrupa’ya götürüp üniversitelerinde ders kitabı olarak okutarak bugünkü gelişmelerinin temelini atmışlardır. Bu sayede bilimsel alanda hızlı gelişmeler yaşanmıştır. Rönesans ve Reform hareketlerinin meydana gelmesinde de bu gelişmeler en büyük faktör olmuştur.
İslam'ın insan haklarına getirdiği yeni esasların, Batı'daki insan hakları mücadelesi üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Veda hutbesi insan hakları alanında en önemli belgelerden biridir. 114 bin insana karşı okunan bu hutbede insanın sahip olduğu haklar ve insana verilen değer veciz bir şekilde dile getirilmiştir. Üstelik Avrupa’da insan hakları ile ilgili ilk yazılı metin kabul edilen 1789 Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesinden 1157 yıl önce veda hutbesi irad edilmiştir.
İnsan, diğer yaratıklardan farklı bir değere sahiptir. Çünkü o, Allah’ın yeryüzündeki halifesi (vekili) dir. Bu kıymet, Allah'a iman ve O'nun emirlerine uymakla daha da artar. Bu sayede insan, kainatın en şerefli bir misafiri olur. İnsan, insanlık değerini, doğumu ile, hatta, ana rahminde teşekküle başlaması ile birlikte kazanır ve hayatı boyunca taşır.
İnsan olmaktan gelen değerlilik, herkesi kuşatmıştır. Kadın, erkek, büyük-küçük, siyah-beyaz, zayıf-kuvvetli, fakir-zengin hangi din ve milletten, ırk ve renkten olursa olsun, bu şefkat gölgesi hepsini içine almıştır.
Bu suretle İslam dini, her ferdin kanını kanunsuz olarak dökülmekten, ırzını çiğnenmekten, malını gasp edilmekten, meskenini tecavüzden, nesebini bozulmaktan, vicdanını baskıdan korumuştur. İnsanlık şeref ve haysiyetini, gerçek bir teminat altına almıştır. İslam 5 temel esası, yani mal, can, din, namus, akıl güvenliğine önem vermiş ve bunların korunması için gerekli tedbirleri almıştır.
Kısacası bir çok alanda İslam, insanlığa önemli katkılarda bulunmuş, özellikle mazlum ve mustazaf insanlara bir kurtuluş vesilesi olmuştur. Bugün de insanlık İslam’ın adaletine muhtaçtır. Dünyanın dört bir yanında sömürgeci zorba güçlerin mazlum ve mustazaf halklara karşı işbirlikçileriyle beraber gerçekleştirdikleri zulüm ve katliamlara, sömürü düzenlerine karşı durabilecek tek güç ve kurtuluş yolu İslam’dır. Bütün beşeri ideolojilerin iflas ettiği, insanlığa bir şey veremedikleri tatbikatlarıyla ortaya çıkmış ve insanlığa kan ve gözyaşından başka bir şey getirememiştir. İslam bugün emperyalizme ve sömürü düzeni Kapitalizme karşı mücadele bayrağını yükseltmiş ve halkların umudu haline gelmiştir. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar kıyam etmekte ve İslam zalimlerin korkulu rüyası haline gelmektedir. Allah’ın izniyle istikbal, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin ve Şehid Seyyid Kutub’un dediği gibi İslam’ın olacaktır.