Konuyla ilgili Hamza Türkmen'in o değerlendirmesi:
İslamcılık Tartışmalarında Hangi Gemideyiz?
Başbakan Tayyip Erdoğan, “İslamcı” geçmişi olan Hakan Fidan’ı MİT başkanlığına getirmişti. Fethullah Gülen’in Hizmet Cemaati yöneticileri, Fidan’a tavır almış, bu tavır AK Parti bileşenleri arasında kamuoyuna yansıyacak şekilde tartışmalara konu olmuştu. Özellikle de Fethullah Gülen cenahından Erdoğan Hükümeti’ne İsrail politikası konusunda itirazlar yapıldığı ve Mavi Marmara olayında İsrail yandaşı demeçler verildiği biliniyordu. Haksöz-Haber sitesinde 15 Şubat 2012 tarihinde “Türkiye’de Muhalefetin Yeni Bileşenleri” başlığı ile bu çatışmanın tahlilini yapmaya çalışmış ve sonuç itibariyle şu öngörüde bulunmuştuk:
“Liberal kanadın da Hizmet kanadının da Siyonizm’e karşı yumuşak, İran’a karşı Amerikancı, Müslüman halkları önemsemeyen ve ilerlemeci söyleme tutunan tutumu toplumda ve özellikle Gülen Cemaatinin tabanında makes bulması oldukça zordur. Bu konuda Erdoğan ve ekibiyle zıtlaşmanın getireceği netice, Erdoğan çizgisini daha donanımlı, kültürlü ve örgütlü olma yarışına itebilir. Hatta AKP çevresinde cephe içi muhalefet Erdoğan Hükümeti’nin becerikli kadrosunu, ihmal ettiği değerleriyle yeniden buluşmaya bile sevk edebilir. Ayrıca Ak Parti tabanına yansıyacak böyle bir çatışma yeni bir İslamlaşma cereyanına kapı aralayabilir.”
Hakan Fidan tartışmasıyla su yüzüne çıkan çekişmenin üzeri örtülmeye çalışıldıysa da, gittikçe örtünün altında kalan niyetler tavırlaştı ve gün yüzüne çıktı. Fethullah Gülen tarafı, Zaman gazetesi Paris temsilcisi Emre Demir’in ifade ettiği gibi (12 Ağustos) seküler hayattaki okul ve iş dünyasındaki başarıların motivasyonunu dini inanç ile oluşturuyordu. Marx Weber'in de savunduğu gibi dinin bu şekilde günlük hayata nüfuz etmesi onu zayıflatmak yerine güçlendiriyordu. Söz konusu olan din, kapitalist büyümede ihmal edilen manevi boşluğu doldurmaya ve motivasyon sağlamaya yarıyordu. Demir’e göre Hizmet hareketi, 20. yüzyılın ideolojik aygıtı olan ulus-devlete talip olmak yerine ulus ötesi bir vizyonla eğitim, medya, iş dünyası ve sivil toplum gibi 21. yüzyılın gerçek dönüştürücü güçlerine yatırım yaparak kamusal alana dini taşıyordu. Bu arada İslami hareketlerin kamusal alanda hâkimiyet sağlamak için çoğulculuk, demokrasi ve serbest ekonomiyi benimserken kaçınılmaz olarak dünyevileştikleri belirtiliyordu. Ayrıca “hizmet kavramı aynı zamanda kamusal alandaki dünyevi başarıya kutsiyet atfediyor, Modern hayata aktif katılımı 'dava' adına teşvik ediyor”du.
Ali Bulaç “Din-Kent ve Cemaat” adlı kitabında cemaatin kolejleriyle, yerel ve küresel diyalog arayışlarıyla küreselleşmeye Türkiye’den bir cevap üretilmeye çalışıldığını belirtiyordu. Tabii ki bu cevap küresel kapitalist sisteme bir alternatif değil, bu sistem içinde Türkiye dindarlarına alan açma olarak değerlendirilmeliydi. Kolejlerden yetişen öğrenciler diğer ülkelerde açılan kolejlerde öğretmen oluyor, kısa süre sonra da Cemaat’le paralel çalışan işadamları derneği TUSKON mensuplarının bir nevi o ülkelerdeki ticari ataşeleri haline geliyorlardı. Böylece yerel ve küresel kapitalist pazara da hareketlilik ilave etmektedirler.
Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma hedefindeki AK Parti kadrosu ve Erdoğan için de, Hizmet kadroları ibadi ritüellere dikkat eden ve Türkiye’nin kalkınma hedefinde katkı sağlayan önemli ve mütedeyyin unsurlardı. Ancak Erdoğan ve yakın ekibi eski kimliklerini terk ettiklerini, “eski gömlek”lerini çıkarttıklarını söyleseler de namaz kılmaya ve Kur’an ayı olan Ramazan’da oruç tutmaya devam ediyorlardı. Namazın insanı fahşadan alıkoyduğunu, Kur’an’ın değer-mana yitimi içinde olan insanlığa bir dünya görüşü veya tüm dünya Müslümanlarını tek bir ümmet kılacak ilahi üst değerler sunduğunu biliyorlardı.
Fethullah Gülen ekibi “devlet ebet müddet” geleneğinde olduğu gibi modernizmin imkânlarına ulaşabilmek için de "kutsalın sıradanlaşması" sürecini de olumlamaktadır. Onlara göre Weber'in de dediği gibi dinin modernizm içinde günlük hayata nüfuz etmesi onu zayıflatmak yerine güçlendiriyor. Doğuştan getirdiğimiz kutsama içgüdüsüne tekabül eden din de, “ed-din”, yani Kur’an ve Kur’ani ölçüler, itikadımızdan amelimize kadar merkeze alınmadığında gerçekten sıradanlaşma kaçınılmazdır. Bu boyutuyla Fethullah Gülen çizgisine göre küresel kapitalizmin boşluğu, bir inanç ve ritüeller sistemi olarak algılanan Gelenekçi İslam ile doldurulabilir. Bu yaklaşım gelenekçi İslam algısıyla modernizmin izdivacını olumlamaktadır. Ama pozitivist-ateist eğilime karşı kurulan bu izdivaç, aynı zamanda da Sahih İslam geleneğinden yani Kur’ani ölçülerden; veyahut tevhid, adalet, ıslah çizgisinden bir uzaklaşmadır.
Erdoğan ve bazı yakın arkadaşları ise farklı yöntemlerle de olsa vahyi ilkelerle Müslümanları yeniden diriltmek, İslami ilkeleri sosyal hayatta yaşatmak ve iktidar kılmak azmini taşıyan bir gelenekten geliyorlar. Onlar iktidar merkezli İslami algı biçimlerinin mağlubiyeti karşısında, modernizme teslim olunacağı veya fiili kölelik konumuna düşüleceği telaşına kapıldılar. Bu korkularını yenebilmek için dindar kalarak modernizmi yeniden üretmek yolunu seçtiler. Amaçları çağdaş medeniyet seviyesini yakalamak oldu. Bu nedenle de “muhafazakâr demokrat” oldular.
Ancak Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları önceki iktidar eksenli İslami hedeflerinde başarısız oldular. Bu başarısız geçmişten sonra istikamet değişimine uğradılar. Ancak çoğu kere vicdanları hepten körelmemişti. Önemli bir kısmının secdeyle ve şekli de olsa vahiyle irtibatları, onları İslam’ı bağımsız ve bütünlükçü bir dünya görüşü olarak gören Müslümanları veya “İslamcılar”ı karşılarına alan bir konuma savrulmaktan engelledi. Vicdanlarını hareketlendirenler, kendilerini ve tabii ki halkı da 1 Mart Tezkeresi tutsaklığından kurtardı.
1 Mart Tezkeresi’nden sonra Erdoğan ve yakın ekibi İslamcılık yapmasalar bile kuşatıldıkları sistem içinde sistemin merkezinde serbest alan açmak veya merkezin dışında da yol arama eğilimi içinde gözüktüler. Bu yaklaşım ise küresel sistemin boşluğunu dini ritüellerle doldurmak isteyen Hizmet ekolü için riskli, hatta İslami meydan okuma yanlılarına kapı aralayıcı bir maceracılık olarak görülüyor.
Gülen’in dini diyalog anlayışı, Kur’an’ı ölçü edinmeyenler ile kimliksel uzlaşmaya kırmızı halı sererken; Erdoğan’ın kültürel diyalog anlayışı ise gittikçe Ortadoğu Müslümanlarının kendi kimlikleriyle bir gelecek arayışına ilgi gösteriyor. Birisi “Kültürel veya Sivil İslam”ı “ılımlı”lık olarak kurarken; diğeri Batılı değerlerin dışındaki hak ve adalet arayışına düşmanlık yapmadığı için -“İslamcılık” yapmadığı halde- İslamcı olarak nitelendiriliyor.
AKP bileşenlerinden Erdoğan’ın arkasında toplanan eski “Milli Görüşçüler” ve eski “Radikal İslamcılar” ile Fethullah Gülen’i takip eden Hizmet Hareketi arasındaki söylem ve inisiyatif çekişmesini yatıştırıcı ve uzlaştırıcı ilk çağrıyı Başbakan Erdoğan, 14 Haziran 2012’da Arena Stadı’nda gerçekleştirilen “10. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları”nda yaptığı konuşmayla gerçekleştirdi. Erdoğan, artık Fethullah Gülen Hocaefendi’yi Pensilvanya’dan Türkiye’ye gelmeye davet ediyordu. Zaten Türkiye’deki hukuki şartları normalleştirmeye dönük 12 Eylül 2010 referandumu kazanıldıktan sonra da Erdoğan, Okyanus Ötesi’ne bir teşekkürde bulunmuştu. Türkiye’de şartlar düzeliyordu, artık annesinin mezarı yanında gömülmekten bahseden Gülen geri dönmeliydi. Ancak Fethullah Gülen ertesi gün ağlayarak yaptığı konuşmada dönemeyeceğini, Hizmet’in aksatılmasında yüzde bir tehlike ihtimali dahi olsa dönmemesi gerektiğini ilan ediyordu.
Gülen’in Erdoğan’ın davetine verdiği cevap şaşırtıcıydı. Çünkü yüzde birlik hayati tehlike ihtimali, İstanbul’un trafiğinde yaşayan herkes için de vardır. Hele Siyonist çetelerin, PKK ve Ergenekon hücrelerinin hedefleri açısından bu tehlike Erdoğan için çok çok daha fazladır. O zaman böyle bir tehlike var diye Başbakan ülkeyi terk mi etmelidir? Gülen Cemaati, Erdoğan’ın daveti karşısında kendilerinden geçercesine alkışlarla geri dönüşü için bu davete destek vermişlerdir. Kaldı ki Gülen Türkiye sevdalısıdır. Kırık Testi’de belirttiği gibi vatanını, milletini, devletini, dinini sever. Hatta şöyle demektedir: “Eğer ben ülkeme, vatanıma, milletime, din ve diyanetime, kültürüme hizmet edemeyeceksem yaşamayı abes sayıyorum.” Ülkesinin hükümeti de cemaati de Gülen’i Türkiye’de görmek istemekte ve yargı işleyişinde de bir risk görünmemektedir. O zaman Fethullah Gülen niçin ABD’den çok sevdiği ülkesine gelememektedir. Türkiye açısından hiçbir engel gözükmemektedir. Yoksa ABD’de mi bir engel vardır? Yoksa ABD’de neo-conların veya Siyonist lobinin kuşatması veya tutsağı pozisyonunda mıdır? Diyelim ki bu tür sorular suizanna neden oluyor. Peki, o zaman hüsnü zan ile baktığımızda, -varsa eğer tıbbi nedenler dışında- Gülen’in sevdalısı olduğu Türkiye’ye gelmesi gerekmez mi?
Cemaat yönetimi, Hakan Fidan olayı ile ortaya çıkan inatlaşmadan vazgeçmediler. Kendilerine uzatılan zeytin dalına rağmen Erdoğan karşıtı tutumlarını devam ettirdiler. Hatta fırtınaya yakalanan Türkiye’de klasik “aynı gemideyiz” ve ülkeyi beraber kurtaralım edebiyatı yerine, iki farklı gemi var söylemiyle cemaatlerini farklılığa mobilize etmeye çalıştılar. Gülen’in dini-şer’i işler konusunda en önemli yardımcısı veya yardımcılarından birisi Düşünce dergisinden Ali Bulaç’ın eski arkadaşı Ali Ünal’dır. Ünal, halının altına süpürülmek istenen bu ihtilafı 30 Temmuz 2012 tarihli “Batması ve kurtulması mukadder gemiler” başlıklı yazısıyla daha da derinleştirdi. Mevcut geminin, bir yandan kendi içinde, bir yandan da denizin dalgalarla gittikçe kabarması neticesinde yalpaladığını vurgulayan Ünal, yazısını Hizmet Hareketi’ni AK Parti’de Erdoğan ve ekibinden ayrışmaya itici şu cümlelerle bitirmişti:
“Türkiye'nin yakın geleceğinde öyle görünüyor ki, çok büyük fırtınalar ve tufanlar var. Batması mukadder olanlar, batması mukadder gemi veya gemilerde toplanacak; kurtulması mukadder olanlar da, dev dalgalar arasında selâmet sahiline götürebilecek gemi veya gemilerde.”
Okyanus Ötesi’nden kurgulanan bu iki farklı gemi edebiyatı, AKP birleşenler arasındaki liberal ve Fethullahçı kanatlar arasında makes buldu. Ali Bulaç son İslamcılık tartışmalarıyla hem Fethullah Gülen Cemaatindeki entelektüel boşluğu liberal ve milliyetçi unsurlara kaptırmamak niyetinde olduğunu gösterdi hem de bu niyetine dönük tepkileri yumuşatabilmek için cemaatin reel politika içindeki stratejik hedefleriyle paralelleşir tarzda birikimini ve ismini araçsallaştırma pozisyonuna düştü.
Bulaç’ın, Fethullah Gülen’i ıslah çizgisine oturtmaya çalışması ve cemaatini de “Sosyal/Sivil İslam” başlığı altında İslam’ın üst ve bağımsız bir dünya görüşü olduğu gerçeğiyle yüzleştirme gayretinin veya onları İslamcılıkla tanıştırmanın ne kadar karşılık bulduğu değerlendirmesi ayrı bir konu. Ama Hizmet Cemaatine seviye kazandırmaya dönük istişari planda projelendirilmemiş böylesi bir İslamcılık açılımını yürütebilmek için, Gülen çizgisinin yerel ve küresel sisteme bitişik politikalarıyla paralelleşmek Ali Ağabeyin tevhidi uyanış sürecinde edindiği birikimine yakışıyor mu?
Ali Bulaç 23 Ağustos’ta yazdığı “Bize Said Halim Paşa lazım!” başlıklı yazısında Hükümeti, Cemaatin ve ilerlemeci-seküler kimliği ön planda olan liberallerin ve ulusalcıların eleştirilerini tekrarlayarak suçlarken, Türkiye’nin derin bir krizden geçtiğini, İslamcılık tartışmasının da akla Said Halim Paşa’yı getirdiğini söylüyordu. Bulaç, liderlikte Erdoğan’a rakip arayan bir edayla yazısını şu vurgularla bitiriyordu: “Bize ‘Buhranlarımız’ı isabetle ve dirayetle teşhis eden büyük devlet adamı bir Said Halim Paşa lazım. Türkiye içinden çıkarır, hatta AK Parti de!..” Bulaç, yine daha önce Zaman’da kaleme aldığı yazılarında da Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde bu arayışın Deniz Baykal’la karşılanabileceğini yazabilmişti. Bulaç’ın AK Parti’yi sahiplenen ama Erdoğan ve icraatına karşı olan tutumunun bireysel sorunlardan mı, ilkesel tutumdan mı; yoksa tarafgirlikten mi kaynaklandığını düşünüyorduk. Ama gittikçe gördük ki süreç içinde farklı bir selamet gemisi içinde olduklarını iddia eden ve diğer AK Parti bileşenlerinin gemisinin batacağını ilan eden Cemaatin ve Fethullah Gülen’in gemisi Ali Bulaç’ın güvenlik anlayışını daha fazla etkilemiş gibi.
Oysa statüsü küresel tutsaklığı yaşayan Türkiye sistemini yönetmekle ilgili “Kaptan gemisi hangisi olmalı?” tarzındaki sorular, vahyi bilinç, şahitlik, ıslah ve inşa istikametinde olan Müslümanların birincil meselesi olmamalı. Bu tarz geçici ve eğreti stratejilere göre Müslümanlığımızı veya İslamcılığımızı belirlememeliyiz.
Fethullah Efendi cemaatinin entelektüel boşluğunu mu dolduracaksınız? İslami kimliğini “Artık ben İslamcı değilim!” diye terk eden kişiyi yine özüyle; yani fıtratıyla ve vahyi değerlerle mi buluşturacaksınız? Mevcut Hükümeti İslami kimliğe ve gelişmelere düşmanlık eden değil, adil ve tarafsız davranan konuma mı zorlayacaksınız? Veya İslam coğrafyasındaki gelişmelerde Hükümetin dış politikasını Müslümanların İttihad-ı İslam istikametindeki direniş ve açılımlarına zarar vermeyecek bir istikamete mi yönlendireceksiniz? Ya da “Suriye Müslümanlarının direnişini Türkiye ve dünya Müslümanları olarak sahipsiz bırakırsak boşluğa ABD, AB veya Rusya girer” endişesi içinde Suriye halkının direnişini destelemek için Hükümetle diyalog ve müzakerelerinizi daha mı sıkı tutacaksınız?
Eğer bu ve buna benzer sorular çerçevesindeki itikadi ve siyasi ibadi konularda samimiysek, Kur’an bütünlüğünü ve tüm rasullerin uygulama örnekliklerini önceliyorsak; yapmamız gereken “ulu’l-emirler” bağlamında “iyiliği emr kötülüğü men” keyfiyetimiz için Nuh (a) gibi kendi gemimizi; yani İttihad-ı İslam veya tevhid gemimizi yapmakla meşgul olalım. Hz. Peygamber’in Siret ve Sünnet’i de bu konudaki en önemli stratejik, ahlaki ve ibadi örnekliktir.
Bizim gemimiz ne Pensilvanya’da ne Ankara’da ulusal veya küresel kapitalist sistem tarafından vesayet şartlarında inşa edilmiş bir gemi değildir. Tabii ki asırlık derinliğe sahip krizler var. Tabi ki fırtına var. Ama bizim gemimiz örümceğin evi gibi zayıf olmamalı ve vesayet altında bulunmamalıdır. Bizi de belki vesayet altında büyük dalgalarla boğuşan Pensilvanya ve Ankara limanlarına kayıtlı gemilerin içindekileri de kurtaracak olan, “yeniden Kur’an Neslini inşa etme” sorumluluğudur. Bunun için de en başta vahiyle işlenmiş, özgün, bağımsız, vesayet kabul etmeyen; ayrıca hikmetli, basiretli ve takvalı bir niyet, kararlılık gereklidir.