Bu demektir ki ABD’nin desteklediği toplumsal ve politik hareketlere güvenmek büyük saflık olur. Batı’nın İslam ve Ortadoğu konularında izlediği strateji “İslam teorik olarak, doğası gereği demokrasiyle uyuşmaz, Arap ülkeleri de demokrasiye uyum sağlayamaz” önkabulüne dayanır. Bunun bir gerçeklik temeli olmadığına işaret eden ünlü filozof, Arap ülkelerinde sürekli demokrasi geleneği, arayışı ve mücadelesi olduğunu söyler: “Ancak bu demokrasi isteği sürekli Amerikan-İngiliz desteği ile baskı altına alınır. Bölge halkları seçimle bir parlamento oluşturursa, askeri darbe tertiplenir veya kendi destekledikleri bir diktatör aile demir yumrukla ülkeyi yönetir.” Sözü uzatmaya gerek yok, Batı’yı iyi bilen Chomsky’nin kehaneti Mısır’da gerçekleşmiştir: Chomsky, darbe taktiğini şöyle özetliyor:
“Demokratik seçimler olursa, darbe yap. Darbe yapacak ortam yoksa ortamı müsait hale getir. Arkasından bir diktatör gelecektir. Diktatör, uluslararası kurallara uymaz da ekonomik özgürleşmeden bahsederse, hele petrol ve diğer doğal zenginlikleri paylaşmak istemezse halkı sokağa dök.”
ABD, tabii ki doğrudan halkı sokağa dökmez, ama halkı sokağa dökecek iç dinamikleri ve kitlesel hareketleri ustaca yönlendirir. Operasyona girişmeden önce ülkenin ve genel olarak uluslararası kamuoyunun zihin haritasını şekillendirmeye çalışır. Mesela Mısır’la ilgili kamuoyunda sürekli Müslüman Kardeşler’in doğaları gereği özgürlükleri kısıtladığını, başkalarının yaşama biçimine müdahale ettiklerini ve otoriter eğilimler taşıdıklarını propaganda edip durdu. Dahası bölgedeki otokrat rejimleri İslam’la ilişkilendiren ve muhtemel bir İslami yönetimin baskı getireceği telkininde bulunan Batı, Chomsky’e göre baskıcı rejimlerin en büyük ihracatçısı ve destekleyicisidir: “Ortadoğu’daki askeri darbeleri yapan, faşist cuntaları iktidara getiren ABD ve İngiltere’dir.” Batı inanılmaz ikiyüzlüdür, “Şeriat tehlikesi”ne vurgu yapar ama mesela şeriatla yönetildiği iddia edilen ülkelerin –mesela Suudilerin- darbede yardımına başvurur.
Batı’nın bir algıyı nasıl inşa ettiğini iyi anlamakta fayda var. Bu konuda sponsorluklarını üstlendiği sivil toplum kuruluşları, insan hakları dernekleri, feminist örgütler, kadın hareketleri, araştırma merkezleri, stratejik düşünce kuruluşları önemli rol oynar. Her şey masum gibi görünür, faaliyetler o ülkenin yararına sunulur. Bir Filistinli durumu şöyle özetler: “Uzun yıllar beraber çalıştığımız Batılı STK’lardan kuşku duymadık, bizden somut bir talepte bulunmadılar; ne var ki bir süre sonra zihin haritamızın onların çizdiği gibi şekillenmeye başladığını fark ettik. Bunun farkına varan da çok az sayıda kişi olur.”
Mısır uzun yıllar bu çalışmaların yürütüldüğü önemli ülkelerden biridir. Tarık Ramazan, bir Rand raporuna dayanarak Mısır’a seçimlerden önce 80 milyon dolar harcandığını yazmıştı (Star, 25 Mart 2012). Mübarek sonrası Mısır yönetimi, ABD ve AB ile ortak projeler yürüten STK’lar konusunda soruşturmalar yürütmeye karar verdi. Çünkü eldeki verilere göre ABD’nin Kahire Büyükelçisi Anne Patterson, Mısır’daki insan hakları derneklerine 31 milyon Euro aktarmıştı. Soruşturma akamete uğradı.
Bunları yazmakla toplumsal hareketlerin dış destekli olduğunu anlatmaya çalışmıyorum, ama Batı’nın sosyolojik haklı temeli olan bir tepkiyi nasıl manipüle etme gücüne sahip olduğunu hatırlatmak istiyorum. İnteraktif ilişki ve etkileşimin hızla işlediği dünyamızda hiçbir toplumsal olay bölgesel ve uluslararası boyutlardan bağımsız düşünülemez. Taksim olayları da ilk birkaç günden sonra uluslararası manipülasyonun nesnesine dönüştü. II. Tahrir ve Taksim olaylarının demokrasiyle de yakın ilişkisi var. Çıkaracağımız ilk ders şu: Batı, İslam dünyasında demokrasi istemiyor. Demokrasiler çıkarlarını tehdit eden toplumsal protesto ve muhalefete dönüşüyor. Şimdi İslam düşünce usulüyle demokrasi teorisini kritik etmenin tam zamanıdır.