Ali Şeriati'nin beslenme kaynaklarına göz attığımız zaman üç önemli mecradan beslendiğini tespit ediyoruz. Batı: Nietzsche, Sartre, Maeterlinck, Camus, Massignon, Fanon, Marks, Lenin, Aleks Carrel, Freud, Aron, Paskal, Simon de Breauvoir vd. Satrtre'la tanışıklığı vardır, Martinikli Franz Fanon yakın dostudur. Doğu: Buda, Konfüçyüs, Mazdek, Gandi ve Che Guevera.
Özellikle Che Guevera'yı Doğu mecrasına yerleştirdim. Her ne kadar Marksist bir gelenek içerisinde ortaya çıkmışsa da aslında Guevera İspanyol kültürü üzerinden Arap şiir geleneğini devrime aktarmış önemli bir devrimcidir. Guevera'nın hitabelerinde Ferezdak'ın çölde dört nala koşan safkan Arap atının temposunu yakalamak mümkün. Diğer Marxist devrimcilerden farklı olarak Guevera devrimi, ahlakî ve ruhî bir arınma olarak tanımlar. Bu İslamî bir temadır. Bu temayı Ali Şeriati'de de tespit etmek mümkün. Ama Ali Şeriati'nin diğerlerinden ve Türk aydınlarından daha fazlası var.
Türk aydınları yukarıda saydığım Batılı entelekküelleri bilirler, ama Doğu'ya hakim sayılmazlar. Sağcı muhafazakar aydın Ahmet Hamdi Tanpınar'dan bir metre ilerisine geçebilmiş değil. Rahmetli Cemil Meriç onun ideal çizgisidir. Şeriati Doğulu referanslara hakimdir. Dahası ve hepsinden önemlisi Kur'an'ı bilir, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e inanır, derin bir bağlılık ve hayranlık duyar. Bu onun üçüncü beslenme kaynağı ve entelektüel gücüdür. Kenid dini kaynakları ve tarihi konusunda en ufak bir kompleks duymaz, Batılılardan özür dilemek, İslami değerleri onların zihinlerine yaklaştırmak ve yakınlaştırmak aklından geçmez. Muhafazakar Türk aydını gibi geçmişi de yüceltmez.
Hz. Ali onun idolüdür. Mevlana Celaleddin Rumî'yi tabii ki ana dili Farsçadan okur, ezbere bilir. Muhammed İkbal'i çok iyi tanır, konuşmalarında ona göndermelerde bulunur. Cemaleddin Afganî'yi, Gazalî'yi, İbn Arabî'yi, Molla Sadra'yı, İbn Sina ve Suhreverdi Maktul'ü aileden, babasından öğrenmiş, özümsemiştir. İşte Türk aydınının bilemediği, bir türlü içine girmeyi başaramadığı mecra budur. Bu Türk aydını dünyaya, kendi toplumuna bir aydın gözüyle bakar sadece. 200 yıllık batılılaşma macerası onu Batı karşısında edilgen kılmıştır, diğer Müslüman irfan havzalarından kendini farklılaştırarak Batılılara "Ben onlardan daha çok size yakınım, ben Batı ile Doğu arasında köprü olacağım, İslam ile Batılı değerleri sentezleyeceğim" diyerek ayırır. Türkiyeli muhafzakar aydın eski Osmanlı hayaliyle yaşar, beklentisi İslam dünyası üzerinde modern yani Neo Osmanlı hegemonya kurarken Batı'dan onay ve destek almaktır. Ümmetin ruhuna inanan Müslüman bir müteffekkir yapmaz. Müslüman mütefekkirin başta takvası olmalı, sonra kendi topulumunu, İslam aleminin sorunlarını içselleştirmeli, derdiyle dertlenmeli.
İslam dünyasının üç havzasından ve üç sembol isminden bahsetmek mümkün:
1) Mısır ve Seyyid Kutup.
2) Hind yarımkıtası ve Mevdudi.
3) İran ve Şeriati.
Seyyid Kutup'la Şeriati arasında da bazı benzerlikler kurulabilir. Her ikisi Batı'da tahsil görmüşlerdir, sosyoloji okumuşlardır, İslami kaynaklara ve İslam tarihine vukufiyetleri vardır.
Seyyid Kutup İslam'ı bir hayat düzeni, bir nizam olarak algılar ve yeni bir devlet, yeni bir toplum inşa etme mücadelesini başlatır. Seyyid Kutup'un analizlerine konu olan Mısır sömürgedir. Ulü'lemr sömürgede artık Müslüman değildir. Sömürge valileri veya komiserlerdir. Bu Müslüman zihnin tarihsel hafızasında, kolektif şuurunda var olan, Türk aydının ruhunda kökleşmiş bulunan, sökmesi, atması çok zor olan "devlet ebet müddet" fikrini kırılmaya uğratan önemli bir faktördür. Seyyid Kutup'un ve Arap entelektüellerinin modern şuurunda "devlet ebet müddet" fikri yoktur. Çünkü sömürge oldular ve sömürge valileri, sömürge komiserleri artık ulü'lemr değildi.
Sömürgelik olgusu, sufilerin dediği "kahırdan lütuf doğurması" gibi bir sonuç ortaya çıkardı. Bunu bariz bir biçimde Kutup'ta görebiliyoruz. Seyyid Kutup'a göre toplum cahiliyedir. Modern tanımıyla toplum bilgi temelinde inşa edilir, bilimsel yöntem, bilimsel verilerle ayakta durur. Bilgi-toplum ilişkisini pozitivizm tesis etmiştir. Buna göre "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." Burada sözü edilen peygamberin varisleri olan ulemanın ürettiği ilim değil, bilimsel yöntemle ve aklın rehberliğinde tabiattan elde edilen bilgidir. Kutup, bunun cahiliye olduğunu söyler. Kur'an'ın tarif ettiği "cahil ve cahiliye" bilgisizlik değildir. Cahil, bile bile inkarı, günahı, isyanı, adaletsizliği, ahlaksızlığı kurumsallaştıran kişidir. Ebu Cehil döneminin en bilgili kişisi, aydınıydı. Tabii ki bir taş yığınına, putlara tapacak kadar ahmak değildi. Ama hakikate rağmen kabile taassubunu aşamadığı için "Neden bir olan Allah bizim kabileden bir peygamber göndermedi?" diye isyan ettiği için Ebu Cehil oldu, cahil oldu. İsrailoğullarının vahye inandıkları halde Cebrail'e yanlış adama vahy getirdi diye kızmaları gibi.
Seyyid Kutup böyle bir cahiliye tanımı yapıyordu. Ali Şeriati aynı zihni olguyu başka terim ve kavramsallaştırmalarla karşılamaya çalışıyordu. Ona gore "dine karşı din" böyle bir şeydi.
Türkiye'de muhafazakar-dindar aydının algı evreninde "devlet ebet müddettir" ve söz konusu vasfa sahip olan devlet "hikmet-i hükümet yapar". Müslüman aydın hükümet-i hikmet yapan devleti prensipte eleştirir, ama tolere eder de. Bu zihni tutum aslında iktidar seçkinleri üzerinden toplumu kendi kendilerini sömürgeleştirmelerine de kapı aralar. Çünkü İslamcı gelenekten çıkıp muhafazakar kimliğe geçiş yapan Türk aydını devlet, iktidar ve siyasete ilişkin kültürel tez ve malzemelerini batılı kaynaklardan tedarik ettiği için, kendisine ait olmayan batılı bilgi ve siyaset algısı onu kendi evreninde sömürge aydını kılar. Bu yüzden devlete karşı muhalefette iken bile devletin kutsallığını sorgulamış değldir. Devleti ve iktidarı "yanlış eller"de olduğu için eleştirir. Devlet eline geçtiği zaman her şey düzelir. İktidar yapısını sorgulamadan eğri bir cetvel gibi eline alırsa, ilahî sünnete aykırı olarak bu eğri cetvelden dümdüz bir çizgi çıkaracağını iddia eder. Cetvel Hz. Ömer'in elinde de olsa eğri olduğu için eğri çizgi çıkacaktır. İmam Humeyni ve Ali Şeriati halka güveniyorlardı, "halka gidin" diyorlardı. Bu halkın yozlaşmış değerlerini iktidar gelirken birer demokratik araç veya manivela kullanmayı hedefleyen pragmatizm değildi. Onlar toplumun devrim yaparken kendini arındıran suda yıkanacağını ve yeni değerleri inşa edebileceğini düşünüyorlar, bu yüzden gücü toplumda arıyorlardı. Muhafazakar Türk aydınının zihninde toplum, millî değerlerin kaynağıdır. İhmal ettiği hakikat, milli olan herşey topluma ait değil, devlete aittir.
dünyabülteni