Etle tırnak biribirinden ayrılır mı? Bedîüzzamân Hazretlerinin “İhlâs” ve “Uhuvvet” risâleleri de biribirinden ayrılmıyor. Eğer gerçek “ihlâs”ı elde edemezseniz, batmanlarla amelinizin boşa gitme ihtimâli çoğalıyor; “uhuvvet”i elde edemezseniz de, ihlâsı elde etmiş olmuyorsunuz. Bu denklemde kayda alınmaması gereken küçük bir nokta kalmıyor. İkisini birden elde etmeye ve ikisini birden elde tutmaya mecbûr ve mükellefsiniz. Biz de ister istemez bu iki risâleye münâvebe ile yer vermek durumundayız.
“21.Lem’a” olan “İhlâs Risâlesi”nin başına konan beş âyetten ikincisi, Bakara Sûresinin 238.âyetidir: “Ve kúmû lillâhi kánitîn!”
Kelâmullahta bu âyetin bütününe baktığımızda, “Ve hâfizû ale’s-salevâti ve’s-salâti’l-vustâ” (Namazlara devâm ediniz, bilhassa orta namaza!” diye başladığını görüyoruz. Bu başlangıç esâs tutulduğunda, “Ve kúmû lillâhi kánitîn” kısmına dahi, “Allah için namaza durup kıyâmda bulunun!” diyerek meâl verilmesi doğrudur. Nitekim, müteákıb âyet de namazdan bahsetmektedir.
“Namaz dînin direğidir” hadîs-i şerîfi gereği gerçekten de namaz fiili bir küllî ibâdet olduğu için, İhlâs Risâlesi’nin başına alınması bir tesâdüf değildir. Kendisini Bedîüzzamân’a nisbet eden bir ferdin, namazsız olması zâten düşünülemez. Bırakın namazsızlığı, namaz ibâdetinde tenbellik, gevşeklik, ehemmiyet vermezlik de olamaz! Mâdem “insan” olarak vazîfe-i asliyyemiz “ibâdet”tir ve kânâttaki en yüksek hakíkat dahi “îmân” ni’metinden sonra “namaz” ibâdetidir; elbette kulluktaki birinci vazîfemiz “namaz” olmalıdır. Hem öyle bir olmalıdır ki, günlük programımız, bizi Mi’râc’a yükseltecek bir nûrânî merdiven hükmündeki beş vakte göre ayarlanacak şekilde…
Namazın ehemmiyetini böyle belirttikten sonra sadede gelecek olursak, bu âyetin mezkûr risâlenin başına konmasının sâdece “namaz kılmak” ma’nâsına hasrını eksik buluyorum. “Ve kúmû lillâhi kánitîn” emr-i İlâhîsinde, “Yaptığınız her işi, Allâh’ı memnûn edecek şekilde yapın!” ma’nâsının gizli olarak yer aldığını düşünüyorum. Nitekim, “ihlâs” denen ulvî halîtanın altı düstûrundan birincisi, “Amelinizde rızâ-yi İlâhî olmalı” cümlesiyle en başa konulmuştur.
Eserleri “gazete gibi” okuma alışkanlığından kurtulamayan bir zihin, bu cümleyi nedense, “Niyetinizde rızâ-yi İlâhî olmalı” şeklinde anlıyor. Halbuki, birinci düstûrun birinci cümlesi “niyetinizde” değil, “amelinizde” diyerek başlıyor. Niyeti hâlis olmayan bir fiil zâten bâtıldır. Burada bizden istenen, “amelde” dahi Allâh’ın rızâsının bulunmasıdır. Bu ne demektir?
Bu mücmel ifâdenin bir nebze tafsîli “Sünnet-i Seniyye Risâlesi”nde bulunuyor. Âl-i Imrân Sûresinin 31.âyeti olan “Kul in küntüm tühibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkümüllâh” (De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin) fermânını açıklarken Üstâd şöyle diyor:
“Cenâb-ı Hakk’a îmân eden, elbette O’na itâat edecek. Ve itâat yolları içinde en makbûlü ve en müstakími ve en kısası, bilâ-şübhe, Habîbullahın gösterdiği ve ta'kíb ettiği yoldur. Evet, bu kâinâtı bu derece in’âmât ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcemâl, zîşuûrlardan o ni’metlere karşı şükür istemesi, zarûrî ve bedîhîdir. Hem bu kâinâtı bu kadar mu’cizât-ı san'atla tezyîn eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette bilbedâhe, zîşuûrlar içerisinde en mümtaz birisini Kendine muhâtab ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imâm yapacaktır. Hem bu kâinâtı had ve hesâba gelmez tecelliyât-ı cemâl ve kemâlâtına mazhar eden o Zât-ı Cemîl-i Zülkemâl, elbette bilbedâhe, sevdiği ve izhârını istediği cemâl ve kemâl ve esmâ ve san'atının en câmi’ ve en mükemmel mikyâs ve medârı olan bir zâta, herhâlde en ekmel bir vaz’ıyyet-i ubûdiyyeti verecek ve onun vaz’ıyyetini sâirlerine nümûne-i imtisâl edip herkesi onun ittibaına sevk edecek. Tâ ki, o güzel vaz’ıyyeti başkalarında da görünsün.”(Lem’alar, 11.Lem’a, 5.Nükte, s.104-105)
Yâni, “amelimizde” olması istenen, olmadığı takdîrde “ihlâs”ın dahi olmayacağı bildirilen “rızâ-yi İlâhî”, kafaya göre ma’nâlandırılamaz. Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı ameller, “Sünnet-i Seniyye” olarak şekillendirilmiştir. Allâh’ı memnûn etmek isteyen kişi, kesinlikle yapacağı hareketin Sünnete uyup uymadığına bakmak zorundadır. Hem Sünnet dışına çıkıp, hem de ihlâstan bahsetmek; okunan eserleri anlamamış olmanın tezâhürüdür.
Aynı âyeti mezkûr bahsin “10.Nükte” bahsinde şöyle açıklamış:
“Allâh’a (celle celâlühû) îmânınız varsa, elbette Allâh’ı seveceksiniz. Mâdem Allâh’ı seversiniz; Allâh’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allâh’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba’ etmektir. Ne vakit ona ittiba’ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allâh’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”(age, s.109)
Demek, “Amelinizde rızâ-yi İlâhî olmalı” düstûru, bizim kesinlikle Sünnet dâiresinde hareket etmemizi kasdetmektedir. İki Cihân Güneşi (sav) Efendimizin fiillerine benzemeyen amellerimizden Allâh’ın râzı olmayacağını bilmek zorundayız. Âhirzamân fitnesinin şiddetinden dolayı şahsî hayâtımızda hüvesi hüvesine Sünnete uymaya gücümüzün yetmediği doğrudur; lâkin “hizmet” adına yapacağımız hareketlerin mutlaka ve mutlaka Sünnete uygun olma mecbûriyyeti vardır.
Hiçbir haklı ma’zeret ve maslahat, Sünnet hârici hareketleri hizmet adına takdîm etmenin gerekçesi olamaz. Hizmet etmekten murâd eğer “Allâh’ı râzı etmek” ise -ki, aksi aslâ düşünülemez-, O’nun rızâsının olmayacağı şekillerle hareket etmenin mantığı olur mu?
“Ama efendim, Sünnete uygun yapmaya kalkarsak, insanlar bizden kaçar” mantığı da bu mes'elede geçersizdir. Zîrâ, “Birinci Düstûr” içinde zikredilen şu satırlar o yolları kökten kapatmaktadır:
“Eğer O râzı olsa, bütün dünyâ küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabûl etse, bütün halk reddetse te'sîri yok. O râzı olduktan ve kabûl ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabûl ettirir, onları da râzı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esâs maksad yapmak gerektir.” (Lem’alar, 21.Lem’a, 1.Düstûrunuz, s.222)
Mes'ele bu kadar kat’î ve açıktır, te'vîle de mecâli yoktur.
Peki, gelelim bizim kendimizin bu hakíkattan ne kadar hisse sâhibi olduğuna. Günlük hayâta başlama noktamız olan yataktan kalkma ânından tâ bitiş noktası olan yatağa girme ânına kadar yaptığımız amellerde ne kadar “rızâ-yi İlâhî” var? Yâni, ne kadar Sünnete uyuyoruz? Tuvalet âdâbından muâmelâta kadar her mes'elede Sünnet bilgimiz kâfî mi? Değilse, öğrenmek için neyi bekliyoruz?
Ya hele “hizmet” adına yaptığımız amellerimizi tartıyor muyuz? Acabâ kaçta kaçı “rızâ-yi İlâhî” ölçüsüne uygundur? Âlemlere rahmet olan zât-ı risâlet (sav)’in yapmadığı şekillerle Allâh’ın rızâsı kazanılabilir mi? Eğer kazanılmıyorsa; boşa kürek çekmenin ma’nâsı nedir? En acınacak müflisin “Mahşer müflisi” olduğunu bize haber vermediler mi?
Amelimizde rızâ-yi İlâhî olmadığı müddetçe “ihlâs” hasletinden bahsedilemez. Merdivenin birinci ayağı odur. Bütün âlet-edevâtı toplayıp, bütün ustalığımızı gösterip, bu ayağı sağlam yapmak zorundayız; tâ ki sonraki basamaklarımıza temel olsun.
Âleme talkın verenlerin salkım yutmaması gerektir. Elindeki referans kitâbını okumayan, okuduğu hâlde anlamayan, anlasa da tatbîk etmeyen zümrenin kötü ákıbetine dûçâr olmaktan Allâh’a sığınmalı ve titremeliyiz.
İnzar Dergisi