İki aydır, ülkenin gündemini adeta kendisiyle kilitleyen bir olayla oturup kalkıyoruz, yatıp uyanıyoruz. Bu olay, hepimizin malumu paralel bir yapının yargı erkiyle hükümeti düşürmek istemesiydi ve bu istek tüm ısrar, karşı ataklar, sataşmalar ve birbirinin ipliğini pazara çıkaran üsluplarla sıcağı sıcağına devam etmektedir.
Herkes, dolaylı dolaysız bu gelişmenin içinde hissediyor kendini veya bu böyle görülüyor. Haliyle bir tarafın savunucusu ya da diğer tarafın açıklarını kollayan biri gibi davranıyor.
En merkezinden başlayıp kenarlara, ekranlara, gazetelere, ses kayıtlarına, salonlara, sokaklara... kadar hızını kesmeden yayılan ve yayıldıkça safları bir diğerine karşı daha da kinle bileyen bir mecra alıyor.
Düne kadar mevcut sitemin “hoşgörü ve Türklük dünyası” algısı içinde gönüllü hizmetine soyunanlar, yıllardır makamlara gelip/yerleşip sonradan İslam’ı hakim ederiz(!) diyenler, asıl niyetlerinin açığa çıkmasıyla birkaç ay öncesine kadar toz bile kondurmadıkları başbakanın gadrine uğrayınca şimdi bir numaralı sistem düşmanı kesildiler.
İşin ilginç tarafı böyleleri kıyısından köşesinden “tağut(!)” vurgusuyla geçmişin inkılap arzulularının mirasına talip oldular.
Geçmişin inkılap arzuluları, kayıtsız şartsız sistemi “tağut” ilan edenler(!)i ise kıyısından köşesinden de çıkarak tam ortasından başbakanı sahiplenme/savunma refleksiyle sistemin koruyucu rolüne soyundular. Sanki Türkiye laik bir rejim değil de adil bir rejimmiş gibi “Efendim, elbette devlet kendine yönelen saldırıları def etmeli!” gibi pozisyonları garip tavır, tutum ve söylemlerle meşrulaştırma yoluna gittiler.
İster istemez bu noktada tarafgirliğin çirkin sonucu olan “kendi safındaki şeytan kılıklıyı melek tabiatlı, hasım saftaki melek tabiatlıyı şeytan kılığında görme” kendini bütün boyutlarıyla gösteriyor.
Peki, böyle bir kavgada biz ne yapmalıyız?
Bir tarafın tarafı mı olmalıyız?
İslamî bir endişe böylesi geneli ilgilendiren ve huzuru bozmaya dönük olduğu açık olan durumda ne yapmamızı gerektirir?
Öncellikle Hazret-i Ömer’in valilerinden Ebu Musa El Eş’ari’ye yazdığı mektup’tan bir alıntı yapmakla başlayalım:
“...Hasımlara oturma yerlerinde, yüzlerine bakmakta ve hükmünde insanlara eşit davran ki, güçlüler şımarmasın ve güçsüzler de adaletten ümit kesmesin!...
... Sana intikal eden meseleler hakkında ayet ve hadislerde bir hüküm bulunmazsa, onu çok iyi anla!
Birbirlerine benzer meseleleri kıyas yap, benzerlerini bil, hakka en uygunu ve Allah(c.c) nezdinde en sevilen şeyin reyine dayan!
Sakın kızma, kilitlenme, kederli bağırtkan olma, sözlerinden üzülme, davalardan nefret etme; çünkü Allah(c.c) açık ve hakka uygun hüküm veren hâkimlere büyük sevap verir ve onları iyilikle anılmaya layık kılar!...”
Yolsuzluk gibi can alıcı bir noktadan üzerine gelinen Hükümet bugün istese de “başka yolsuzlukların” üzerine gitmediği/gidemediği,
Kendi mağduriyetini ustalıkla işletip diğer gerçek mağduriyetleri bir türlü görmediği/görmek istemediği;
Meşrutiyetten Cumhuriyete, oradan günümüze uzanan bir sitem vahşetine bir özür bile dileyecek erdemi sergilemediği,
Halen İslam için muhacir ve mahpus olanlara yasal düzenlemeler yönüyle üç maymunu oynadığı için ciddi manada savunulacak pozisyonda değildir.
İslam ülkelerine dönük bir sempati/yakınlaşmaya bağlı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsı üzerinden başlatılan bir pozisyonu/darbe girişimini ise elbette hoş bulmuyoruz ve doğru görmüyoruz.
Genel bağlamda “Hizmet Hareketi(!), Gülen Camiası” olarak bilinen 17 Aralık meş’um girişimden sonra ise “Paralel yapı/devlet”e ismi çıkan tarafın ise artık “Tencere dibin kara seninki daha kara!” türünden savunulacak hiçbir tarafı olduğunu sanmıyorum.
Tabii bütün bunlar da asla üslupta haddi aşmayı ve hakareti gerektirmez.
“Ne yapalım! Oh, olsun!” da denilmez; ama “Men deqqê, duqqê/çalma kapıyı çalarlar kapını!”
Düne kadar, kendi dışındaki hiçbir çalışma/camiaya hayat hakkı tanımayan, polis ve yargıçlarıyla onlara özgürlüğü çok gören, abdestli(!) kollarla, ibadet hazzıyla işkence edenlerin bugün mazlum/masum/mağdur rolüne soyunmalarına hiç mi hiç hakları yoktur!
Olsa olsa, büyük bir pişmanlıkla kardeşlerinden helallik dileme ve diyalog teranesiyle hoş gördükleri gayrimüslimlerin dostluğundan vazgeçme zorunlulukları vardır!
Aleyhimize de olsa adil şahitlerden olma dirayetini sergileyenlerden olmamız umuduyla Allah’a emanetsiniz!